29 Ekim 2021 Cuma

Dün temsil ettiğim şirketin ve grubun sonuçları hatırlanmamak üzere tarihe karışmıştır - Alıntı

Ne yazık ki ne güvenliğin taşerona geçmesini önleyebildim ne de daha sonra çatallı kaldırıcı (forklift) operatörlerinin ve de ambar çalışanlarımızın geçişini. Gidişat belli idi ve benim sistemde bunu durduracak gücüm kalmamıştı. Bu yapılanların ilk adımlarında, ambar ve diğer bölümlerdeki çalışanlarımızın tasfiye edilmesinden evvel, aşkım haline gelmiş şirketimden ve çocuklarımdan artık ayrılma zamanının geldiğini anladım.

Burada vurgulamaya çalıştığım önemli nokta, benim işten ayrılma sürecim değil, güven duygusudur. Amirim olan kişi veya onun üstündekiler ne benim fikirlerimi sordular ne de benim fikirlerimi dikkate aldılar çünkü aramızda güven kalmamıştı. Güvenin kalmadığı bir ortamda da ayrılık çanlarının sesini duymamak mümkün gözükmüyordu.

İş konseylerine katılmaya, sosyal girişimleri öne çıkarmaya vaktim yoktu, benim en önemli ve tek hedefim her gün birlikte çalıştığım takım arkadaşlarımdı, tüm vaktimi onlara vermemi fazlasıyla hak ediyorlardı. Beni bu sisteme amir durumunda olanlar dahil etmiş olmayabilirdi ama bu arkadaşlarımın aldıkları sonuçlar beni o koltukta tutacaktı. Çalıştığım gençleri korumayı başaramıyorsam o zaman onlardan evvel ben bu sistemden ayrılmalıydım.

Senelerce elemanlarımıza, işlerini mükemmel yaptıkları sürece hiç kimsenin onlara karışmayacağını, bir genel müdürmüş gibi davranmalarını tavsiye edip durdum. Herkese bu güveni verdikten sonra onlar işten çıkarılırken benim şirkette kalmaya devam etmem iki yüzlülükten başka bir şey olmazdı.

Benim için bir hobiden farksız olan işimin son dakikası gelmişti. Maç artık bitmek üzereydi, ya eski söylediklerimi ve elemanlarımıza verdiğim vaatleri unutacaktım ya da kendimle barışık kalabilmek için gerçekleri kabullenip zor kararı verecek ve kendi çocuğum olarak gördüğüm bu “bebekten” ayrılacaktım.

Tamay ve ben gelişimizin üzerinden geçen dokuz sene sonunda bu sistemden ayrılırken Ankara ve doğu bölgesinde bulduğumuz kültür ile bıraktığımız kültür arasında dünyalarca fark vardı. Birçok yönden devlet kültürünün baskın olduğu bir durumda ele aldığımız şirketi, özel şirketler içinde ürün ve hizmet kalitesi ile dünya çapında öne çıkarmış, kişisel disiplini herkes tarafından kabul edilen, sadece elemanlarına ve bayilerine değil, binlerce küçük esnafa eğitim vermiş örnek bir teşkilat olarak başkalarına bırakmıştık.

Ocak 1995 yılından 2004 yılının ilk gününde şirketten erken emeklilik haklarımı alıp ayrılana kadar Coca-Cola’da çalışmıyordum, Coca-Cola adındaki bu enayi şirket, hobimi yaparken bana bir de para ödüyordu! İroni ve kuru esprim bir yana, bu şirket ve köklerimi araştırmak için geri döndüğüm bu ülkede geçirdiğim seneler, benim için bir aşk macerası, kariyerimin en güzel günleri olmuştu. Bugün duyduğum en büyük gurur, aldığım en büyük haz, bizim yarattığımız ekolde eğitim alan genç hanım ve beylerin kariyerlerinde yarattığımız pozitif etki ve Coca-Cola İçecek’ten ayrılmış da olsa kendi şirketini kuran veya başka şirketlerde başarılar elde eden arkadaşlarımızın gelişmelerini görmek olmuştur.

Dün temsil ettiğim şirketin ve grubun sonuçları hatırlanmamak üzere tarihe karışmıştır; ne ben ne de başkaları o rakamları tekrar konuşacağız. Hatırlasam bile ne fark eder? Ama o yetiştirdiğimiz gençler var ya o gençler, hâlâ bana gurur veriyor. Onlar beni aradıkça, halimi ve hatırımı sordukça belki de yaptığım o görev sayesinde bazı hayatlara beklenmedik bir katkıda bulunduğum aklıma geliyor. Zaten Ansan’da genel müdürlük imkânı bana tanındığında esas misyonum hiçbir zaman para kazanmak olmamıştı. Kitabın başında da belirttiğim gibi amacım, anılarda kalarak bana ikinci hayatı veren anneme, babama ve anneanneme birazcık da olsa borcumu ödemeye çalışmaktan ibaretti.


Alıntı: Su'dan Cola'ya


Bir şeyler başaracaklarına inanan insanlar vardır. Yüksek motivasyonla çalışırlar. Zamanlarının çok büyük bölümünü ayırırlar. Ama sonra, bazıları uğraştıkları konuya yetişemeyeceklerini fark edebilirler. Boşluğa düşebilirler. Hayal kırıklığına uğrayabilirler! Ama belki kafaya takmamak gerekir. Çünkü bir şeyler başaran bazı insanların bile tam bir tatmin duygusu yaşamadıklarına tanık oluyoruz! Şirkette yarattığı değerlerin yok olmaya başladığını yazıyor. Şirkete kazandırdığı sonuçların hatırlanmamak üzere tarihe karıştığını vurguluyor Faik Byrns! Ortada övünebileceği pek bir şey kalmamıştır. Yüksek bir motivasyonla zamanını feda etmeye değmiş midir acaba! Elinde gurur duyabileceği ne vardır. Belki kendisinden bir şeyler öğrenmiş şirkette çalışmış gençler olabilir sadece!

21 Ekim 2021 Perşembe

Yiyeceklerimizin Genleriyle Oynama Meselesi - Konferans

Doğada saf yiyecek var mı? Yiyeceklerin saf halleri, gerçekten hâlâ insanlara hoş gelir miydi! Pirinç geliştirilerek nasıl daha yararlı yapıldı! Yoksa tüm bunlar komplonun bir parçası mı? Eroin stratejisi böyle. Siz ürünü ekersiniz ve insanların bu tohumlara bağımlı olmaktan başka şansı yoktur!


Pamela Ronald:
İlk olarak, kocam Raoul ile tanışın. Kendisi organik tarım yapan bir çiftçidir. Çiftliğinde, çeşitli mahsüller ekiyor. Bu çiftliğini sağlıklı tutmak için yapılan ekolojik çiftçilik uygulamalarından biri. Aldığımız tepkileri hayal edin: "Gerçekten mi? Organik tarımcı ve bitki genetikçisi mi? Hiç anlaştığınız oluyor mu?"
Aslında, evet. Ve zor da değil çünkü amacımız aynı. Çevreyi daha fazla tahrip etmeden büyüyen nüfusun beslenmesine yardım etmek istiyoruz. Zamanımızın en büyük sıkıntısı bence bu.

Aslında genetik modifikasyon yeni değil. Hemen hemen yediğimiz her şeyin bir şekilde genetiği değiştirilmiş. Size birkaç örnek vereyim. Soldaki resim modern mısırın antik atası. Sert bir kabukla korunan tek sıra taneler görüyorsunuz. Bir çekiciniz yoksa teosinte ile ekmek yapmak kolay olmayacaktır. Şimdi, muzun antik atasına bakın. Büyük tohumları görebiliyorsunuz. Ve iştah kaçırıcı brüksel lahanası ve patlıcan, ne kadar da güzel (ç.n. alaycı).

Şimdi, bu çeşitliliği yaratmak için, yetiştiriciler yıllar boyunca farklı genetik teknikler kullandılar. Bazıları oldukça yaratıcı. Aşılama denilen işlemi kullanarak iki farklı türü karıştırmış ve yarı domates, yarı patates çeşitliliğini yaratmışlardır. Yetiştiriciler başka genetik teknikler de kullandılar. Örneğin; bitkilerde karakterize edilmemiş mutasyonlara (ç.n. değişim) neden olan raslantısal mutagenes (ç.n. gen değişimi). Çoğumuzun bebeğini beslediği pirinç bu yaklaşımla geliştirildi.

Kendi işlerimden birkaç örnek vermek istiyorum. Dünyanın yarısı için temel gıda olan pirinç üzerine çalışıyorum. Her yıl, potansiyel hasatın yüzde 40'ı haşere ve hastalık nedeniyle zayi oluyor. Bu nedenle, çiftçiler dayanıklı gen taşıyan pirinç çeşitleri ekiyor. Bu yaklaşım neredeyse 100 yıldır kullanılıyor. Lakin, yüksekokula başladığımda, bu genlerin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Ta ki, 1990'larda bilim adamları direncin genetik kökenini ortaya çıkarana kadar. Laboratuvarımda, Asya ve Afrika'daki ciddi bir bakteriyel hastalığa bağışıklık için bir geni izole ettik. Bu geni değiştirerek normalde dayanıksız olan pirinci, aşağıdaki iki yapraktan gördüğünüz üzere, enfeksiyona karşı dayanıklı kıldık.

Kenong bu geni bulmak için 10 yıl harcadı. Ve bir gün dedi ki, "Gelin şu deneye bakın. Bunu görmelisiniz." Seraya gittim ve gördüm ki su altında 18 gün kalan geleneksel tür ölmüştü fakat keşfettiğimiz yeni gen ile genetik değişiklik ile ürettiğimiz pirinç türü olan Sub1 yaşıyordu. Kenong ve ben tek bir genin böyle köklü bir etki etmesine şaşırmış ve heyecanlanmıştık. Fakat bu sadece bir sera deneyi idi. Bu tarlada işe yarar mıydı?

Şimdi size, Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsünde çekilmiş dört aylık hızlandırılmış bir video göstereceğim. Yetiştiriciler başka bir genetik teknik olan hassas üretme ile Sub1 geni taşıyan bir pirinç türü geliştirdiler. Solda, Sub1 türünü görebilirsiniz ve sağda ise geleneksel tür var. İlk başta iki tür de gayet iyi, fakat sonra tarla 17 gün boyunca su altında kaldı. Sub1 türünün harika olduğunu görebilirsiniz. Aslında, geleneksel türe nazaran üç buçuk kat daha fazla tahıl üretiyor. Bu videoya bayılıyorum çünkü çiftçilere yardım etme konusunda bitki genetiğinin gücünü gösteriyor. Geçen sene, Bill ve Melinda Gates Vakfının yardımıyla üç buçuk milyon çiftçi Sub1 pirinci yetiştirdi.
(Alkışlar)

Şimdi, birçok insan, mesele pirinç genlerini, pirinç genleri ile değiştirmek olunca genetik modifikasyonu umursamıyor veya mesele rastgele mutagenes veya aşılama ile türleri karıştırmak olduğunda. Ama mesele virüslerden ve bakterilerden gen almak ve onları bitkilere koymak olunca birçok insan, "Iyy." diyor. Bunu neden yapıyorlar? Bunun nedeni gıda güvenliğini iyileştirmek ve sürdürülebilir tarımı geliştirmek için en ucuz, en güvenli ve en etkili teknoloji olmasıdır. Size üç örnek vereceğim.

İlki, papayaya bakın. Lezzetli, değil mi? Şimdi, şu papayaya bakın. Bu papayaya halka leke virüsü bulaşmış. 1950'lerde, bu virüs Hawaii, Oahu adasındaki neredeyse tüm üretimi yok etti. Birçok insan Hawai papayasının yok olacağını düşündü fakat sonra, yerel bir Hawaili, Dennis Gonsalves isimli bir bitki patoloji uzmanı, genetik mühendisliği ile bu hastalığa karşı mücadele etmeye karar verdi. Virüslü DNA'dan bir parça aldı ve onu papaya genomuna koydu. Bu bir insanın aşı olması gibi bir şey. Şimdi onun saha deneyine bakalım. Ortada genetiği değiştirilmiş papayayı görebilirsiniz. Enfeksiyona karşı bağışıklığı var. Dıştaki geleneksel papaya virüse aşırı derecede maruz kalmış. Dennis'in öncü çalışması papaya endüstrisini kurtarmasıyla bilinir. Bugün, 20 yıl sonra, bu hastalığı kontrol etmek için başka bir yöntem yok. Organik bir yöntem yok. Geleneksel bir yöntem yok. Hawai papayasının yüzde sekseninin genetiği değiştirilmiştir.

Şimdi, patlıcan üzerinde ziyafet çeken şu haşereye bakın. Gördüğünüz kahverengi dışkı, böceğin arka ucundan çıkan şey. Bu ciddi haşereyi kontrol etmek için - ki Bangladeş'teki patlıcan mahsülünün tamamını harap edebilir - Bangladeşli çiftçiler haftada iki-üç kez böcek ilacı sıkıyor, bazen haşere baskısı yoğun olduğunda ise günde iki kere. Fakat biliyoruz ki bazı böcek ilaçları insan sağlığına zararlı, özellikle de çiftçiler ve aileleri buradaki gibi çocuklara düzgün koruma sağlayamadıklarında. Az gelişmiş ülkelerde, tahminlere göre 300.000 insan her yıl yanlış böcek kullanımı ve ona maruz kalınması yüzünden hayatını kaybediyor. Cornell ve Bangladeşli bilim adamları organik tarım yaklaşımı sağlayan genetik bir teknik kullanarak bu hastalıkla savaşmaya karar verdi. Kocam Raoul gibi organik çiftçiler bakteri tabanlı B.T. denilen bir böcek ilacı kullanır. Bu ilaç kurt haşeresine özgüdür ve aslında, insanlara, balık ve kuşlara zararsızdır. Sofra tuzundan daha az zehirlidir. Fakat bu yaklaşım Bangladeş'te pek işe yaramıyor. Bunun nedeni bu böcek ilaçları bulunması zor, pahalı ve böceklerin bitkilerin içine girmesine engel olmuyor. Genetik yaklaşımda, bilim adamları bakteriden geni çıkarıyor ve onu direkt olarak patlıcan genomuna ekliyor. Peki bu Bangladeş'teki ilaçlamasını azaltacak mı? Kesinlikle. Geçen sezon, çiftçiler büyük oranda ilaç kullanımlarını azalttıklarını, neredeyse hiç kullanmadıklarını belirtti. Gelecek sezon için hasat ve tekrar ekim yapabiliyorlar.

Az gelişmiş ülkelerde, her yıl A Vitamini eksikliği nedeniyle 500.000 çocuk kör oluyor. Yarısından fazlası ölüyor. Bu nedenle, Rockefeller Vakfı'nın desteklediği bilim adamları A Vitamini öncü maddesi olan beta-karoten üretmek için genetik mühendislik ile altın pirinç üretti. Bu havuçlarda bulunan aynı pigment. Araştırmacılar günde bir bardak altın pirinç ile binlerce çocuğun hayatının kurtulacağını tahmin ediyor. Fakat genetik modifikasyona karşı olan aktivistler altın pirince düşmanca karşı çıktı. Geçen sene, aktivistler Filipinlerde bir saha deneyini işgal edip tahrip etti. Bu tahribatı duyunca bilimsel bir deneyi tahrip etmekten daha fazlasını yaptıklarını bilmelerini arzu ettim. Keşke çocukların görmek için ve hayatlarını kurtarmak için çaresizce muhtaç oldukları ilaçları tahrip ettiklerini bilselerdi.

Bazı arkadaşlarım ve tanıdıklarım hâlâ endişe ediyor: Besinlerdeki genlerin yenmesinin güvenli olduğunu nereden biliyorsun? Genetik mühendisliğini, türler arasında genlerin aktarımı işleminin 40 yıldan fazla bir süredir şarap, ilaç, bitkiler ve peynirde kullanıldığını açıkladım. Tüm bu sürede, insan sağlığına ve çevreye en ufak bir zarar verilmedi. Fakat diyorum ki, bakın, bana inanmanızı istemiyorum. Bilim bir inanç sistemi değil. Benim görüşümün önemi yok. Kanıtlara bakalım. 20 yıllık dikkatli çalışmalardan sonra ve binlerce bağımsız bilim adamı tarafından yapılan titiz meslektaş incelemesi ile dünyadaki her büyük bilim organizasyonu piyasadaki mevcut mahsülleri yemenin güvenli olduğu ve genetik mühendislik işleminin eski genetik modifikasyon yöntemlerinden daha fazla riskli olmadığı sonucuna vardı. Bunlar çoğumuzun iklim değişikliği veya aşıların güvenliği gibi önemli bilimsel meselelerde güvendiği aynı organizasyonlar.

Chris Anderson: ...Korkulan şey bu teşviklerin kararın yalnızca bilimsel sebeplerle yapılmadığını göstermesi ve hatta öyle olsa bile, istenmeyen sonuçların olabileceğidir. Ortada bazı istenmeyen sonuçlar doğuracak büyük bir riskin olmadığını nasıl bilebiliriz? Doğa ile oynadığımızda sık sık büyük, istenmeyen sonuçlar ve zincir reaksiyonlar ortaya çıkıyor.

Pamela Ronald: Peki, ticari açıdan anlaşılması gereken en önemli şeyden biri de gelişmiş dünyada, Birleşik Devletlerdeki çiftçiler, organik veya geleneksel neredeyse tüm çiftçiler, tohum şirketleri tarafından üretilen tohumları satın alıyor. Yani kesinlikle çok tohum satma gibi ticari bir ilgi var fakat neyse ki çiftçilerin almak istediği tohumları satıyorlar. Az gelişmiş dünyada bu farklı. Oradaki çiftçilerin tohum alacak paraları yok. Bu tohumlar satılmıyor. Bu tohumlar geleneksel tür onaylı gruplar aracılığıyla ücretsiz olarak dağıtılıyor, yani az gelişmiş ülkelerde tohuma ücretsiz erişilebilmesi çok önemli.

CA: Bazı aktivistler bunun komplonun bir parçası olduğunu söyleyemez mi? Eroin stratejisi böyle. Siz ürünü ekersiniz ve insanların bu tohumlara bağımlı olmaktan başka şansı yoktur.

PR: Ortalıkta çokça komplo teorileri var elbette fakat bu o şekilde işlemiyor. Mesela, dağıtılan tohum, suya dayanıklı pirinç, Hindistan ve Bangaldeşli tohum belgelendirme kuruluşları tarafından ücretsiz olarak dağıtılıyor, yani ortada ticari bir beklenti yok. Altın pirinç Rockefeller Vakfı'nın desteğiyle geliştirildi. Yine söylüyorum, ücretsiz dağıtılıyor. Bu durumda ticari bir kâr beklentisi yok. Diğer sorunuza cevap verecek olursak, yani genlerin karıştırılması, bazı istenmeyen sonuçlar yok mu? Kesinlikle -- her zaman bir şeyleri farklı yapıyoruz, istenmeyen bir sonuç var, fakat anlatmak istediğim şeylerden biri de, bitkilerimizle türlü türlü çılgın şeyler yapıyoruz, radyasyon kullanarak mutagenez veya kimyasal mutagenez. Bu binlerce karakterize olmamış mutasyona neden oluyor ve bu modern yöntemlerin çoğuna nazaran istenmeyen sonuçlar açısından daha büyük bir risk. Yani GDO terimini kullanmamak önemli çünkü bu bilimsel olarak anlamsız. Bence, belli bir mahsül ve belirli bir ürün hakkında konuşmak ve tüketicinin ihtiyaçlarını düşünmek çok önemli.

CA: Yani birçok insanın zihinsel düşüncesinde doğa doğadır ve saf ve bozulmamıştır ve onunla oynamak Frankenstein'lıktır. Bu, saf olan bir şeyi tehlikeli hale getirmek gibi bir şey ve siz de diyorsunuz ki bu düşünce doğanın nasıl olduğunun yanlış anlıyor. Doğada başından beri çok daha kaotik genetik değişiklik etkileşimi oluyor.

PR: Bu kesinlikle doğru ve saf yiyecek diye bir şey yok. Yani, patlıcana böcek ilacı sıkmayabilirsiniz veya onun genetiğiyle oynamayabilirsiniz ama sonunda dışkı yemek zorundasınız. Bunda saf olan bir şey yok.


Kararsızlık - Alıntı

Burada size bürokratik mantığın batırmaya çalıştığı bir devden, hem de teknolojik alandaki bir devden örnek vermek istiyorum. Bir zamanlar ismi başarı ile anılan, zaman içinde cep telefonu sektörünün hâkimi olan Finlandiya kökenli Nokia şirketinin nasıl bürokratik mantık ve korkaklık ile iflasın eşiğine geldiğinden bahsedeceğim.2007 yılının sonunda şirketin hisse değeri 42 doları aşmıştı. Şirketin piyasa değeri yaklaşık 150 milyar doları bulmuştu yani gelecek Nokia’ya aitti.

Nokia’nın cep telefonu sektörüne hâkim olduğu 2007 yılında, Apple şirketi dokunmatik ekranlı akıllı telefonunu piyasaya sürdü. Ancak Nokia bu gelişmeyi pek de ciddiye almadı ve Google Android çıktığında da bürokratlar bu gelişmelere nasıl cevap vereceklerine karar veremediler.

2010 senesinde Nokia’da Finlandiyalı olmayan bir CEO işe başladığında organizasyon değişikliği artık kaçınılmazdı ve zamanında verilmeyen kararların neden olduğu olumsuz sonuçlar faiziyle birlikte ödenmek durumundaydı. Nokia şirketinin hisseleri Temmuz 2012’de iki doların altına düşmüştü yani beş seneden daha az bir zamanda piyasa değerinin %95’ini kaybetmişti.

Şirketin bu finansal faciasını araştıran basın mensuplarına sanıyorum en iyi açıklamayı A. Lahtiranta adında bir çalışan yaptı: “Bir işi yapabilmek için 150 kişiden onay almak gerekiyordu ama herhangi bir işin durdurulması içinse tek kişinin isteği yeterli oluyordu. Tüm sistem hata yapmamak üzere kuruluydu.” Sizin de bildiğiniz gibi bu arkadaşın bahsettiği, devlet dairelerinde uygulanan yönetim mantığının aynısıdır. Yani “Neden risk alayım ki” diye düşünerek tepedekilerin kendilerini sorumlu tutmasından daima kaçınırlar.

Dikkat ederseniz bir evrakta birçok imza varsa ve herhangi bir sorun söz konusuysa orada imzası olan herkes diğerlerini hedef gösterecektir. Ancak evrakta sadece bir iki kişinin imzası varsa kimin sorumlu olduğunu anında anlayacaklardır, değil mi?


Alıntı: Su'dan Cola'ya