27 Aralık 2017 Çarşamba
Sohbet: Zekilik
Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson:
...Şempanzelerle DNA'mız %99 aynı.
Bunu düşünüyor ve neler söylemeye eğilimliyiz diye soruyorum.
O %1 nasıl da fark yaratıyor!...
Bizim felsefemiz, sanatımız, Hubble Teleskobumuz var. (Gelişmiş aletler :-) )
Onlar da termit yuvasına sopa sokup termitleri çıkarabilirler. (Eften püften aletler :-) )
Şunu bir hayal edin:
Şempanzelerle akraba olan, bizden genetik anlamda %1 farklılığı olan uzaylılar geldi diyelim.
Bizim en karmaşık düşüncelerimizin, o uzaylı topluluğu için eften püften meseleler olduğunu düşünün.
...
Çünkü, insanları zeki olarak kim tanımlıyor.
Biz tanımlıyoruz! (Daha tarafsız birileri değerlendirmedi henüz.:-) )
Aramızda şempanzelerle olan genetik farkımız kadar fark olan uzaylılar bizi zeki olarak görür müydü peki!
Düşünüyorum da...belki Dünya'yı çoktan ziyaret ettiler.
Şöyle bir etrafa baktılar, ve yollarına devam ettiler.
Çünkü burada zeki bir yaşam formu bulunmadığına emin oldular. :-)
Onlara işaret dili öğretilebiliyor. Laboratuvarda bilgisayara basit komutlar verebiliyorlar, ekrandaki işaretleri kullanarak. Kyoto Üniversitesi'ndeki Primat Araştırma Enstitüsü'nün sürdürdüğü otuz yıllık bir çalışma sonucunda, şempanzelerin 1-9 arasındaki sayıları, ifade ettiği değerle beraber öğrenebildiği belirlendi. Bir bilgisayar ekranına rastgele kutucuklar halinde yansıtılan rakamlar, birkaç saniye sonra kaldırılarak şempanzelerin bu sırayı tekrar seçmeleri istendi. Bu yolla bu canlıların görsel bellek yeteneklerinin bulunduğu görülmüştür. Japonya'da bulunan Ayumu adlı bir şempanzenin, bu testi birçok insandan daha iyi çözdüğü görüldü. Öyle ki, dünya hafıza şampiyonu Ben Pridmore bile bu testteki birçok denemede yanıldı. Yine de şempanzelerin yapabildikleri, bizim için eften püften meseleler. Yüzde bir genetik fark olağanüstü bilişsel üstünlüğe neden olabiliyor. Bir uzaylıyla yapı taşlarımız çok farklı olacaktır. Dolayısıyla zihinsel yeteneklerini tahmin etmek zor. Dünya'ya, buraya gelebilecek uzaylılar bizden epey gelişmiş olacaktır. Çünkü biz, hâlâ gezegenimize bağımlıyız. Bizim yapabildiklerimiz de uzaylı için eften püften mesele olacaktır. Onlar için pek de zeki olmayız. Gayet sıradanız aslında. :-) Muhtemelen bizi ilgiye değer bulmayacaklardır. Geçip gideceklerdir. “Uzaylılar bizi sürekli denetliyor, bizi sık sık ziyaret ediyorlar...” gibi şeyler diyen bazı uzaylı hayran kulüplerinin aksine. :-)
Yoksa...
Geçenlerde Amerika Savunma Bakanlığı UFO görüntüleri paylaşmıştı. Acaba buradalar mı? Gerçekten bizimle ilgileniyorlar mı! İleri Havacılık Tehditlerini Tanımlama isimli program, dönemin Nevada Demokrat senatörü Harry Reid'in girişimi ile başlatıldı 2007'de. Nevada, üst düzey devlet sırlarının saklandığı bir askeri üs olan ve aynı zamanda UFO senaryolarına da konu olan 51. Bölge'nin bulunduğu yerdir. Bu program 2012'de sonlandırıldı. Gerçek şu ki; Görüntülerin gerçekten uzaylı olduğundan emin olunsaydı 51. Bölge eski senatörünün seçmenine söyleyecek epey malzemesi olurdu. Programı 2012'de sonlandırmak pek kolay olmazdı. Böyle resmi kayıtlar çok önemli olurdu çünkü. Takibe devam edilirdi. Ama o görüntüler, kayıtlara tanımlanamayan uçan nesne olarak girdi, uzaylı olarak değil. Ne olduğu tam belli değil. Gayet doğal olaylar olabilir, henüz açıklayamadığımız. Hâlâ bizi ilgiye değer bulan uzaylı görünmüyor etrafta yani. :-)
Meraklısına:
Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson'ı seslendiren Selçuk Kıpçak'tır. Terminatör 2: Mahşer Günü'nde T-800'ü seslendirmesiyle hatırlanabilir – DVD değil, Sinema ve TV Dublajında. Vücut geliştirme şampiyonu olan Arnold Schwarzenegger'i seslendirdiği için, bir ara güreşle de ilgilenmiş olan Tyson'u seslendirmek için seçilmiş olması rastlantı olmayabilir. :-)
15 Kasım 2017 Çarşamba
Sahne: Başarma Mecburiyeti
Einstein, Görelilik Teorisini
tamamlamaya çalışmaktadır. Beklemediği bir rakip edinmiştir.
Hem de kendi alanından bile değil; Bir matematikçi.
Albert:
Bana yardım etmek isteminize gerçekten
çok sevindim.
Hubert:
Yardım etmek mi? Eee... Eğlenceli
olurdu. Ama o fazla uzun sürer.
Hayır, bunu kendi başıma çok daha
çabuk çözerim.
Albert:
Kendi başınıza?
Hubert:
Profesör Einstein, fizik fizikçilere
bırakılamayacak kadar karmaşıktır!
Max (Planck):
Albert keyfini kaçıran nedir?
Albert:
Önce O tamamlayacak.
Max:
Kendini şanslı saymalısın.
Dünyadaki en büyük matematikçilerden
birinin bir fizikçinin davasıyla meşgul olmaya karar vermesi her
gün olan bir şey değil.
Otur Albert. Lütfen...
Albert:
Görelelik, bugüne kadar aklıma gelen
en büyük fikir.
Söyler misiniz; Onu kendi başıma
tamamlamak istemem çok mu yanlış!
Max:
Albert gerçekten akademik övgü için
halka açık bir sidik yarışı mı başlatacaksın!
Üstelik oğullarımız, benim
oğullarım orada gerçek bir savaştayken.
Öyle mi, hımm?
Ayrıca Hubert üst düzey bir
matematikçidir. Ona ayak uydurmaya çalışman ahmaklık olur.
Albert:
Max; Sahip olduğum tek şey bu!
Max:
Hayat işten ibaret değildir Albert.
Yeryüzünde vardır böyle insanlar.
Bu duyguyu derinden yaşarlar. Hayatlarında tek tutundukları dal
odur. Üzerine deli gibi konsantre oldukları konudur. Kafalarında
hep o konu döner. Kafa o konuya kayar istemsiz sıklıkla,
dinlenirken bile. Gerçekten yoktur başka bir şeyleri. Beklenti de yüksektir elbette, yoksa kafalarını takmazlardı o kadar. :-)
Diğer her şeyden vazgeçmiş
gibidirler. Kafa hep aynı konuyla meşgul olduğundan başka şeylere
yetişemezler. Dağınık olmalarının nedeni de budur. Albert
Einstein İngilizce'yi hiç doğru düzgün öğrenememiştir, ABD'ye
yerleştiği halde. Aslında başarabilmelerinin nedeni de budur
zaten; Beynin tüm enerjisini tek bir konuya odaklayabilmeleridir.
Ama geriye pek fazla bir şey de kalmıyor işte. Çaresizdirler. :-)
Daha önce paylaşılmıştı şu
sahne:
Pauline (annesi):
Mileva, hayatım...
Albert'imin yardımına ihtiyaç
duymadığı tek bir konu varsa,
o da bilimdir.
Ama hayatının geri kalanında çok
çaresizdir! :-)
Bu öylesine bir sahne değildir.
İletişim kurmak zor gelir mesela. Zaten asosyaldirler. John Nash,
Isaac Newton, Nikola Tesla da böyledir. Meslektaşları arasında
ünlenince, bu biraz daha kolay olur tabii. Diğer insanlar
onlarla konuşmak isterler, çünkü. :-)
Albert'in başarıyor olması kızlara
da çekici gelmiştir, elbette. Evlenmiştir bile. Ama gerçek şu
ki; Ne çocuklarına ilgi göstermiştir, ne de karısına ilgi
göstermiştir fazla. Çünkü hırs yapmıştır. Kafası tek bir
problemle meşguldür! :-)
Çeşitli nedenleri olabilir. Baştan
ters gitmiş şeyler olabilir. Belki, yanlış şeye odaklanılmıştır.
Bu tür insanlar başaramadıklarında ne olur! Bir şeyler olacakmış
gibi görünmediğinde artık, inanç kalmaz. Motivasyon söner.
Sahip oldukları tek şey oydu çünkü. Yoktur başka şeyleri
gerçekten. İçlerinden gelmez artık, uzun uzun odaklanmak.
Dağılırlar. İlgilerini kaybeder, soğurlar. Normal insan gibi de
olamazlar bunlar ama. Ellerini ayaklarını çekmiş gibi görünürler.
Utangaçlaşırlar. İyice münzevileşirler.
Daha önce bir sahne
paylaşılmıştı yine:
Araştırmaları bir yere varmadı.
Fizikten uzaklaştı! Vazgeçmiş gibi görünmektedir. Belki,
yenilmişlik duygusunun da etkisiyle daha da münzevi oldu. Isaac
Newton'ın böyle hissettiğini söyleyebiliriz mesela; Yani
başlangıçta.
Bu arada; O matematikçi başarmıştır. Görelelik Teorisini gerçekten de Albert Einstein'den önce
tamamlamıştır. Ama koca teoride küçük bir ek olduğundan olsa
gerek, Albert kaybetmiş gibi hissetmemiştir muhtemelen. :-)
Görelilik Teorisi Albert Einstein'le anılmıştır hep.
Yeniden ulaşılabilir görünebilirse
önemli bir hedef, motivasyonu da alevlendirir tekrar...
“Ya bu canavarı ehlileştirmiş
olacağım.
...
Ya da altında kalmış olacağım.”Meraklısına:
Yapımcılığını Ron Howard'ın üstlendiği biyografide, Johnny Flynn'nin oyunculuk, Murat Şen'in seslendirme performansını izliyoruz.
3 Kasım 2017 Cuma
Alıntı: Endüstri Toplumu Kötüdür
Endüstri toplumu doğayı suistimal
etti. Gitti fethetti. Sömürdü, Soykırım yaptı. Şimdi emisyon
gazlarıyla havayı kirletmeye devam ediyor. Küresel ısınmaya
neden oluyor. Ağaçları kesiyor. Ormanları yok ediyor. Hayvanların
soylarının tükenmesine neden oluyor. Dünya'yı tüketiyor. Kendi
varlığının altını oyuyor. Oysa endüstri öncesi toplumları ne
kadar saf ve masum. Zararsızlar. Onlar bulundukları çevreye
bağımlı olduklarından ona saygı duyarlar. Etkin çevre
koruyucularıdır... Tamam. endüstri halklarının Dünya'ya kibar
davranmadığı doğru. Peki hikayenin geri kalanı ne durumda?
“Paskalya Adası ve onun
yerleşimcileri, Hollandalı kaşif
Jakob Roggeveen tarafından 1722'de
"keşfedildiğinden" beri
ada gizemli bir atmosfere bürünmüştü.
Pasifik Okyanusu'nda,
Şili'nin 3700 km batısında bulunan
ada, dünyanın en yalıtılmış
kara parçası olarak Henderson'u bile
geçmektedir. 11
m uzunluğunda ve elli beş ton
ağırlığındaki yüzlerce heykel,
metal ve tekerlek olmaksızın ve kendi
kaslarından başka bir
güç kaynağı olmayan insanlar
tarafından, yontma taşlardan
yontulmuştu, bir şekilde
kilometrelerce uzaklığa taşınmıştı
ve platformlar üzerine dik duracak
vaziyette konmuştu. Hatta
daha çok heykel taş ocaklarında
bitmemiş vaziyette kalmıştı
ya da bitmiş fakat taş ocağıyla
platformlar arasında terk
edilmiş halde bırakılmıştı.
Bugünkü manzaraya bakıldığında,
yontmacılar ve taşıyıcılar,
arkalarında sessiz ve uğursuz bir
yer bırakarak sanki aniden işi
bırakmış gibi görünmektedir.
Roggeveen adaya vardığında, yeni
heykeller yontulmasa
da pek çok heykel hala duruyordu. Tüm
dik duran heykeller,
1840'da, Paskalya Adası sakinleri
tarafından bilinçli olarak
yıkıldı. Bu dev heykeller nasıl
taşındı ve dikildi, sonra neden
yıkıldılar ve yontma işlemi neden
sonlandırıldı?
Bu soruların ilki, yaşayan ada
sakinleri, Thor Heyerdahl'a
heykelleri taşımak için atalarının
kütükleri tekerlek olarak nasıl
kullandığını ve onları dikmek
içinse kaldıraçları nasıl kullandığını
gösterdiğinde cevaplandı. Diğer
sorular, Paskalya'nın
ürkütücü tarihini açığa çıkaran
sonraki arkeolojik ve paleontolojik
çalışmalarla çözümlendi.
Polinezyalılar MS 400 civarında
Paskalya'ya yerleştiğinde, ada,
yerleşimcilerin ekim alanları
açmak ve kano yapmak ya da heykelleri
dikmekte kullanacağı
kütükleri elde etmek için yavaş
yavaş ortadan kaldıracakları
ormanlarla kaplıydı. MS 1 500'e
gelindiğinde insan popülasyonu
yaklaşık 7000 kişiye ulaşmıştı
(kilometrekare başına 60
kişi), bin heykel yontulmuştu ve
bunlardan 324 tanesi dikilmişti.
Fakat orman öyle şiddetli biçimde
tahrip edilmişti ki
yaşayan tek bir ağaç bile
kalmamıştı.
Kendi kendine yapılan bu çevresel
felaketin dolaysız sonucu
olarak, adalıların, heykelleri
taşımak ve onları dikmek
için artık kütükleri yoktu ve bu
nedenle yontma işlemi durmuştu.
Fakat ağaçlardan arındırma
işleminin açlığa yol açan
iki dolaylı sonucu daha vardı.
Bunlar, daha düşük ekin verimine
neden olan toprak erozyonu ve
balıklardan gelen proteinin
azalmasına yol açan, kano yapacak
kereste yokluğuydu. Sonuç
olarak, popülasyon artık Paskalya'nın
besleyebileceğinden çok
daha fazlaydı ve ada toplumu, öldürücü
savaşlar ve yamyamlık
felaketiyle çöktü.”
* Endüstri öncesi toplum Paskalya
Adasını tüketmiştir. Kendisini bitirmiştir.
“Ortadoğu ve Akdeniz daima
bugün göründüğü gibi tahrip olmuş
bir çevreye sahip değildi.
Eski çağlarda bu bölgenin büyük
bir kısmı yemyeşildi ve
ağaçlı tepeler ve verimli vadilerin
bir mozaiğinden oluşmaktaydı.
Binlerce yıl süren orman tahribatı,
aşın otlatma, erozyon
ve vadilerin siltlenmesi, bu Batı
uygarlığının kalbini, bugün
hakim olan görece çölleşmiş, çorak
ve verimsiz bir bölgeye
çevirmiştir.“
* Ortadoğu da eskiden yeşillikti.
Endüstri öncesi topluluk orayı da birkaç bin yılda tüketti.
“Bu "tesadüfün" daha
mantıklı bir açıklaması bunun gerçekten
de bir neden-sonuç durumu olduğudur.
Arizona
Üniversitesi'nden jeolog Paul Martin,
avcı-fil karşılamasının
dramatik sonucunu bir "ani baskın"
olarak tanımlamaktadır.
Bu görüşe göre, ilk avcılar
Edmonton'da, buzulların olmadığı
koridordan çıkmayı başarmış ve
bol miktarda uysal ve avlaması
kolay büyük memeliler nedeniyle
çoğalmıştı. Bir bölgedeki
memeliler öldürüldükçe, avcılar
ve onların çocukları, hâlâ
bol miktarda memeli barındıran yeni
bölgelere yayılmayı ve
önlerine çıkan memelileri yok etmeyi
sürdürdüler. Bu avcıların
öncüleri, sonunda Güney Amerika'nın
uç bölgelerine ulaştığında,
Yeni Dünya'nın çoğu büyük memeli
türlerinin nesli tükenmişti.”
* Amerikan yerlileri de o kadar
yerli görünmüyor. Hatta onlar ilk fetihçilerden. :-) Yayılış
biçimi de endüstri toplumlarının modeline benziyor zaten. Sadece
bunu 11 000 yıl önce yaptılar. Ve karşılarına insan çıkmadı,
uysal hayvanlar çıktı, kolayca avlayabilecekleri. :-)
Ve endüstri öncesi halkların
olağan çatışmaları:
“Kariniga Yeni Gine'de benimle
birlikte çalışan nazik bir
kabile üyesiydi. Birlikte, hayatımızı
tehdit eden, korkunç ve
başarılı durumlan yaşamıştık,
onu seviyor ve ona hayranlık
duyuyordum. Birbirimizi tanıyalı beş
yıl olmuşken, bir akşam,
bana gençliğinde başına gelen bir
olayı anlattı. Tudawheler ve
komşu köy olan Daribi kabile üyeleri
arasındaki çatışmanın
uzun bir tarihi vardı. Tudawheler ve
Daribiler bana oldukça
benziyorlardı, ama Kariniga
Daribilerin anlatılmayacak kadar
alçak olduğuna inanıyordu. Daribiler
sonunda bir seri tuzakla,
Kariniga'nın babası da dahil olmak
üzere, pek çok Tudawhe'yi,
kurtulan Tudawheler çaresiz kalana
dek, birer birer yakalamıştı.
Kalan tüm Tudawhe erkekleri, Daribi
köyünü geceleyin
kuşatmışlar ve şafakta
barınaklarını ateşe vermişlerdi. Uykulu
haldeki Daribiler yanan barınaklarından
çıkmaya çalıştıklarında
mızraklanmışlardı. Bazı Daribiler
kaçmış ve Tudawhelerin
onların izini sürüp birçoğunu
sonraki haftalarda öldürdüğü
ormana saklanmayı başarmıştı.
Avustralya hükümetinin kontrolü
ele geçirmesi, bu avı, Kariniga
babasının katilini bulmadan
önce sonlandırmıştı.”
“Dünyanın nüfus artışı,
toplumlar arasındaki
ve içindeki çatışmaları
keskinleştirdikçe, insanlar birbirlerini
öldürmeye daha çok istek duyacak ve
yanlarında bunu yapmak
için daha etkili silahlar olacaktır.”
* Dünya'yı tüketen önemli
etkenlerden biri nüfus artışıdır. Nüfus artışı avlanmayı,
orman tahribatını arttıracaktır. Sınırlı kaynaklar daha hızlı tükenir. Günümüzde en çok nüfus
artışı Liberya, Nijer, Batı Sahra gibi Afrika ülkelerindedir.
İnsanlar böyle! Bitmedi. Diğer
canlılarda durum ne:
“Şempanzeler planlı cinayetler
yapmakta, komşu grupları yok etmekte, bölgesel
fetihler için savaşmakta ve gelişmiş
genç dişileri kaçırmaktadırlar.
Eğer şempanzelere mızrak verilseydi
ve bunun nasıl
kullanılacağı onlara öğretilseydi,
işledikleri cinayetler etkinlik
bakımından bizimkine kuşkusuz
yaklaşırdı.“
* Şempanzeler fetih yapıyorlar.
Bölgelerini belirliyorlar. Diğer şempanzelere yabancı düşmanlığı
yapıyorlar.
Hadi şempanzeler insana benziyor.
Ya daha masum canlılar:
“Buna karşın, bazı hayvan
popülasyonları, yok olacak biçimde
gerçekten de kendilerini tüketmiştir.
Buna bir örnek, 1944'te,
Bering Denizi'ndeki St. Matthew
Adası'na götürülen yirmi dokuz
rengeyiği soyudur. 1957'de sayılan
neredeyse elli kat artarak
1350 olmuşken, 1963'te bu sayı dört
kat daha artıp 6000'e ulaşmıştı.
Fakat rengeyikleri yavaş büyüyen
likenlerle beslenirler ve
hayvanların göçecek başka yeri
olmadığından bu likenler, otlanma
nedeniyle St. Matthew Adası'nda
yeniden yetişme şansı
bulamaz. 1963-1964'te yaşanan sert bir
kış adayı vurduğunda,
kırk bir dişi ve bir kısır erkek
dışındaki tüm hayvanlar, binlerce
iskeletle darmadağın olmuş bir
adada, ölmeye mahkum bir
popülasyon bırakarak açlıktan öldü.
Benzer bir örnek bu yüzyılın
ilk on yılında, Hawaii'nin
batısındaki Lisianski Adası'na
tavşanların getirilmesiyle yaşandı.
On yıl içinde, tavşanlar gündüz
sefası ve tütün dışındaki tüm
bitkileri tüketerek farkında
olmadan kendilerini bitirmişlerdi.”
* Nüfusları hızla artıyor. Onlar
bile canlıların tükenmesine neden oluyorlar, fırsatları
olduğunda. Kendi varlıklarının altını oyuyorlar. Elbette bunu
bilinçli olarak yapmıyorlar tıpkı insanlar gibi. :-)
Jared Diamond bunları anlattığı
konuya aslında şöyle girer:
“Yakın zamana kadar çevreci
arkadaşlarımın çoğuyla paylaştığım
nostaljik bakış, insanın geçmişi
pek çok başka bakımdan
Altın Çağ olarak görme eğiliminin
bir parçasıdır. Bunun
meşhur bir taraftarı, insanlar
Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
adlı eseriyle, Altın Çağ'dan
etrafında tanık olduğu mutsuzluğa
dek gerçekleşen çürümenin izlerini
sürdüğü on sekizinci yüzyıl
Fransız filozofu Jean-Jacques
Rousseau'ydu. On sekizinci
yüzyılın Avrupa kaşifleri
Polinezyalılar ve Amerikan yerlileri
gibi endüstri öncesi toplumlarla
karşılaştığında, bu toplumların
insanları Avrupa salonlarında, hala
süren bir Altın Çağı
yaşayan, uygarlığın dinsel
hoşgörüsüzlük, siyasi zorbalık ve
sosyal eşitsizlik gibi lanetlerinin
ulaşmadığı "asil yabanıllar"
olarak idealleştirildiler.
Klasik Yunan ve Roma zamanı bugün
bile yaygın olarak
Batı uygarlığının Altın Çağı
olarak görülmektedir. ironik biçimde,
Yunanlılar ve Romalılar da
kendilerini geçmişteki Altın
Çağ'ın bozuntuları olarak
görüyorlardı. Roma şairi olan
Ovid'in onuncu sınıftaki Latince
dersinden hatırladığım şu
satırları yarım yamalak
ezberimdedir: "Aurea prima sata est
aetas, quae vindice nullo - Önce,
insanların kendi özgür istek-
leriyle dürüst ve erdemli olduğu
-Altın Çağ vardı." Ovid, kendi
zamanındaki yaygın vahşet ve savaşla
bu erdemlere karşıt bir
durumdaydı. Yirmi ikinci yüzyılın
radyoaktif çorbası içinde
hala yaşayabilen insanların, bir
karşılaştırma yapıldığında
sorunsuz olarak görülecek bizim
çağımız için de aynı nostaljik
biçimle yazacağına şüphem yok.”
* Aslında hiç yaşanmamış "nostaljik
Altın Çağ". :-)
“BUNLAR, ÇEVRECi BAKIŞIN,
varsayılan geçmiş Altın Çağ'ını gittikçe
mitsel hale getiren yakın zamandaki
bazı keşiflerdir. Şimdi
başta belirttiğim büyük sorunlara
geri dönelim. İlk olarak,
geçmişte yaşanan çevresel zararlara
ilişkin keşifler pek çok
çağdaş endüstri öncesi halkların
korumacı uygulamalarına
ilişkin açıklamalarla nasıl
bağdaştırılabilir? Açık ki, bütün
türlerin soyu tükenmedi ve bütün
habitatlar tamamen imha
edilmedi, dolayısıyla Altın Çağ
tamamen karanlık olamaz.
Bu çelişkiye karşılık şu cevabı
önereceğim: Küçük, köklü ve
eşitlikçi toplumlar, yerel çevreleri
hakkında bilgi edinmek ve
kendi çıkarlarını algılamak için
oldukça fazla zamana sahip
oldukları için korumacı nitelikte
uygulamalar geliştirme yönünde
evrimleştikleri hâlâ bir gerçektir.
Oysa insanlar tanımadıkları
bir çevreye aniden yerleştiklerinde
(Paskalya Adasındakiler
ve ilk Maoriler gibi) ya da
arkalarındaki bölgeye zarar
veren insanlar yeni sınırlara
ilerleyip (ilk yerlilerin Amerika'ya
ulaşması gibi) bu sınırların
ötesine geçtiğinde veya insanlar
yıkıcı gücünü anlamak için
yeterli zamana sahip olmadıkları
yeni teknolojileri elde ettiklerinde
(şimdi tüfekleriyle güvercin
popülasyonlarını yok eden çağdaş
Yeni Gineliler gibi) zarar
verme ihtimali daha fazladır.
Çevresiyle temasta olmayan ve
zenginliği ellerinde tutan merkezi
güçler tarafından yönetilen
toplumlarda da çevre zararının
görülme ihtimali vardır. Bazı
türler ve habitatlar zarar görmeye
diğerlerinden daha elverişlidir
- hiç insan görmemiş, uçamayan
kuşlar gibi (moalar ve fil
kuşlan) ya da Akdeniz ve Anasazi
uygarlıklarının ortaya çıktığı
kuru, kırılgan ve toleranssız
çevreler gibi.“
* Jared Diamond gerçekten var olmuş
bir halktan mı bahsediyor. Yoksa tahminde mi bulunuyor. Tam belli
değil. Diğer bahsettiği her konu için örnek halklar gösterirken,
burada tanımladığı halk için bir örnek vermiyor. Doğru,
geçmişte tüm türler tükenmedi, habitatlar yok olmadı. Ama
bugünkü endüstriyel yaşamda da tüm türler tükenmedi, tüm
habitatlar yok olmadı. Bunlar, endüstri toplumunun Dünya'ya her
zaman özenli davrandığını göstermez. Aynı şekilde,
geçmişte doğanın varlığını sürdürmüş olmasında,
tanımladığı türden bir toplumun varlığının asıl etken
olduğunu kanıtlamak da mümkün görünmüyor. :-) Tabii öyle bir
toplum gerçekten var olduysa bile, nitekim böyle bir topluma örnek
vermiyor.
“Baştan önleyebileceğimiz trajik
başarısızlıklar ahlaki günah
olarak nitelenebilir. Bu bakımdan
bizler ile on birinci
yüzyıl Anasazi yerlileri arasında
iki büyük fark vardır: Bunlar
bilimsel anlayış ve okuryazarlıktır.
Bizler, kaynakların kullanım
oranının bir fonksiyonu olarak
sürdürülebilir kaynaklar
üzerindeki popülasyon büyüklüğünü
grafik üzerinde çizmeyi
biliyoruz, ama onlar bilmiyorlardı.
Geçmişte yaşanmış olan
tüm çevresel felaketler hakkında
açıp okuyabiliyoruz; Anasazi
bunu yapamıyordu. Yine de neslimiz,
sanki hiç kimse moaları
avlamamış ya da batı sarıçamı ve
ardıç ormanıarını yok etmemiş
gibi, balinaları avlamaya ve tropik
yağmur ormanlarını
yok etmeye devam ediyor. Geçmiş
cehaletin Altın Çağı'ysa, bugün,
kasıtlı bir körlüğün Demir
Çağı'dır.”
* Jared Diamond “Kendisinin altını
oyan eski medeniyetlerin aksine bizim bilgimiz var. Dolayısıyla
mazeretimiz olamaz.” der. Açıkçası ben çoğunluğun bilgisi
olduğundan o kadar emin değilim. İnsanların çoğu gündelik
hayatlarıyla meşguldür. Bu tür konulara odaklanmazlar. Bilgi hâlâ
yaygın değildir. Yani doğadan kaynaklı bir felaket olsa bile
çoğunluğun başka nedenlere bağlayacak olmasının sebebi de
budur. :-) Bilgili olanlarımız da, gündelik hayatlarıyla
uğraştıklarından çoğunlukla bu konuyla ilgili bir şey yapmaya
isteksiz olurlar. Akılda olan ama zaman ayrılmadığından sürekli
ertelenen başka planlar gibi, önem listesinde üst sıralara
çıkamaz.
* Dünya tükenmeden hemen önce
teknoloji yeterince gelişebilir. Başka bir gezegene taşınabilir,
bir azınlık. Onlar yeni dünyalarına alışmaya çalışırken
Dünya'nın bitişini seyredebilirler. Diğer senaryo ise, o güne
kadar nükleer santraller yaygınlaşabilir. Füzyon nükleer
santralleri gerçekleştirilebilir. Güneş panelleri, verimi %15'in
epey üstüne çıkabilirse kullanışlı olur. Elektrik daha
ucuzlar. Elektrikli arabalar yaygınlaşabilir. Havadaki emisyon
gazlarını daha hızlı emen bitkiler geliştirilebilir, genleri
değiştirilerek. Havadaki karbondioksidi emen büyük vantilatörler
geliştirildi. Ağaçlardan daha hızlı emiyorlar. Sentetik karbon
bazlı tanelere dönüştürüyorlar. Prototipi hazır. Bunlar, araba
yakıtı olarak kullanılabilir tekrar. Bakarsınız kimsenin
arabasından vazgeçmesine gerek kalmaz. :-) Afrikalılar bile nüfusu
arttırmamaları konusunda belki ikna edilebilir. :-) Kaçınılmaz
son engellenebilir. :-)
Bazı topluluklar tarımlarını
geliştirebildiler. Bunun nedeni diğerlerine göre daha elverişli
bir ortamda yaşadıklarından olabilir. Böylece av peşinde çok
zaman harcamalarına gerek kalmadı. Yerleşik hayata geçtiler. Boş
zamanları oldu. Başka şeylerle ilgilenebildiler. Kültür
yaratabildiler. Bilgi biriktirebildiler. Teknoloji geliştirebildiler.
Böylece tarım geliştiremeyen halkları fethedebildiler. Doğayı
kullanabildiler. Ama yok kimsenin birbirinden farkı. :-) Daha fazla
bilgi biriktirebilmiş medeniyetler amaçlarına ustaca ulaşıyorlar.
Endüstri öncesi topluluklar ise aynı davranış modelinin daha
basitini uyguluyorlar sadece, alıntılarda görüldüğü gibi. :-)
İlham verici alıntılar: Üçüncü
Şempanze
11 Ekim 2017 Çarşamba
Dergi: Ölümsüzlük
“Çalışma, vücudun, bölünme
yeteneğini kaybetmiş yaşlı hücrelerden arındırılmasını
temel alıyor.
İnsan yaşlandıkça, hücrelerde DNA
hasarı oluşuyor ve bu hasar, belli bir aşamadan sonra tamir
edilemez hale geliyor.
Bu aşamada hücreler ya kanserleşiyor,
ya kendi kendini yok ediyor veya hücresel senesens (hücresel
yaşlanma) adı verilen yarı faal duruma geçiyor.”
“Fakat son çalışma, ilk kez,
yaşlı hücrelerin kaldırılmasıyla yaşlanmanın
geciktirilmesinden ziyade, doğrudan tersine çevrilmesinin mümkün
olabileceğine işaret ediyor.
Çalışmada kullanılan peptid
molekülü bu hücreleri hedef alıyor. Kimyasal dengeleri bozularak
hücreler öldürülüyor.
İlacı geliştiren Dr. Peter de
Kaizer, BBC'ye "İnsanlar benim deli olduğumu söylediler. İlk
üç denemede haklı çıktılar" dedi.”
“Örneğin, yeni hücre yaratmak için
bölünemeyecek durumda olan yaşlı hücreleri Foxo4-DRI bileşimi
enjekte edilerek alınan farelerin daha uzun yaşadığı görüldü.
İnsan yaşı olarak 100 yaşında
sayılabilecek 30 aylık bu farelerin hala aktif olması, ilacın
etkisinin geçici olmadığını gösteriyor.”
“İlaç farelerin tüylerini yeniden
çıkartırken, kuvvetlerini artırdı, karaciğer ve böbrek
fonksiyonlarını düzeltti.”
“Erasmus Üniversitesi Tıp Merkezi
Moleküler Genetik Bölümü'nden Peter de Keizer'e göre,
"onarılamayacak düzeyde hasar görmüş zararlı yaşlı
hücreleri hedef alarak yaşlanmayı geciktirebilir, hatta bir
dereceye kadar geri çevirebilirsiniz".”
“Sonuçları Tıp dergisi Cell'de
yayımlanan araştırmaya göre ilaç, hızlı yaşlanmaları için
genetikleri değiştirilen ve doğal olarak yaşlanan (90 fare yaşı)
iki fare grubu üzerinde denendi.
10 ay boyunca hayvanlara haftada üç
kez peptid molekülü verildi.
10 gün içinde, farelerin yeniden
tüyleri çıkmaya başladı. Üç hafta sonra hayvanların fiziksel
güçleri arttı. Yaşlı fareler, ilaç verilmeyen hemcinslerine
kıyasla çarkta iki kat fazla koştu.
Bir ay kadar sonra da farelerin böbrek
fonksiyonları normale dönmeye başladı.”
* Farelerin tüyleri yeniden çıkmış.
Ama ilaç yaşlılığın dış belirtilerini kapatmıyor sadece.
Etkisi görüntüden ibaret değil. Karaciğer, böbrek gibi
organların fonksiyonunu düzeltmiş. Yaşlılık belirtileri göstermesi beklenen farelerin fiziksel gücü artmış.
“Dünya nüfusunun fazla artması
halinde, kıt olan doğal kaynakları korumak için sert önlemler
alınabilir. Örneğin Çin'de 1970'lerdeki hızlı nüfus artışını
engellemek için yakın zamana dek tek çocuk politikası
uygulanıyordu.
Ortalama ömrün uzaması halinde
genellikle nüfus artışı olacağı sanılır. Ama gerçekte öyle
değildir. Nüfus artışını belirleyen şey doğum oranıdır.”
“2015'te İngiltere ve Galler'de
anneler ortalama 1,8 çocuk doğurdu. Toplumun sağlık ve eğitim
konusunda kaydettiği gelişmeler sayesinde, fazla sayıda çocuk
ölümleri olmadığından fazla doğum da olmuyor.”
* Yaşlanma durdurulursa nüfus
artacak mıdır. Ben o kadar emin değilim. Çocuk ölümleri olmayan
ülkelerde çok az çocuk yapmaya gerek duyuluyor. İnsan geleceğe
kendisinden bir şey bırakabilmek için çocuk yapmak ister. Eğer
sonsuza kadar yaşayabilecek olsa neden çocuk yapmak istesin. :-)
Yetiştirme sorunlarıyla uğraşmak istesin. Hadi içgüdüsel
olarak yapmak istedi. Zaten bu tedaviye ulaşabilecek kadar zenginse
eğitim durumu da fena olmayacaktır. Belli bir bilinci de edinmiş
olacaktır; Tıpkı şimdi zengin ülkelerde çok az doğum olması
gibi. Muhtemelen sadece bir çocuk yapacaktır, tabii bu tedaviyi
alanların çocuk yapması henüz yasaklanmamışsa. :-) Birkaç
yüzyıl sonra belki başka gezegenlerde de medeniyet kurmak mümkün
olabilir. O tedaviyi almış zengin insanların çocukları başka
gezegenlere giderler. O zaman Dünya'nın kaynaklarının kalabalığa
yetememesi endişesi ortadan kalkar. :-)
“Google'ın ana şirketi Alphabet'in
alt şirketlerinden biri olan Calico, insan ömrünü kontrol eden
biyolojik süreçleri anlamayı ve daha uzun ve sağlıklı bir ömür
sürmeyi sağlayacak müdahalelerde bulunacak ileri teknoloji
ürünlerini geliştirmeye çalışıyor.”
* Evet, Google'in bu konuyla da
ilgileniyor olması ilginç. :-)
“Ayrıca, yaşlanmayı geciktirmeye
yönelik tedaviler oldukça pahalı. Foxo4-DRI tedavisi insanlara
uygulanmaya başlansa bile bu ilacın 10 mg'ı birkaç bin euro'yu
bulur.”
“Sorunun bir de etik boyutu var:
Yaşlanmayı geri çevirmeye yönelik tedavi herkese açık hale
gelinceye dek toplumda ikilik oluşması, sadece bu tedaviye gücü
yeten insanların ömrünün uzatılması riski ortaya çıkıyor.
Dünyada zaten büyük bir toplumsal
eşitsizlik söz konusu. Örneğin Afrika'nın yoksul bölgelerinde
doğan bir çocuğun olanakları ile Londra'nın zengin bir semtinde
doğan çocuğunki birbirinden çok farklı.
Ömrü uzatma tedavisi eşit olarak
herkese açık olduğunda ise artan bir yaşlı nüfus sorunu ortaya
çıkacaktır.”
* Bu tedavi uzun süre herkese açık
olmayacak; Diğer pahalı tedavilerde de olduğu gibi. Yeni
teknolojileri önce zenginler alabiliyor. Zamanla orta sınıfın da
alabileceği kadar ucuzluyor. Belki sonraki yüzyıllarda bu tedavi
de orta sınıfın ulaşabileceği kadar ucuzlayabilir. Dolayısıyla
bunda sıra dışı bir durum yok. İnsanlar zaten hiç eşit
olmadılar. :-)
“Bir bilim adamının ifadesiyle
"Birkaç insanın uzun yaşaması yerine, bütün kaynakları
herkesin daha sağlıklı bir yaşam sürmesi için kullanmak çok
daha iyi." “
* Kanser tedavisi pahalıdır. Zaten
hastaların çoğunu kurtaramayız. Kaynakları, onların ömürlerini
azıcık daha uzatabilmek için harcamak yerine, kanser olmayan
çoğunluktaki insanların sağlıklı bir yaşam sürmesi için
kullanmak daha iyi. O bilim adamının bakış açısı bu görüşe
benziyor ne yazık ki. Şimdi pek doğru gibi görünmüyor tabii.
Hem belli mi olur. Bu tedavi bile zamanla ucuzlar, orta sınıf da
kullanır. :-) Mesela kafa nakli (ya da daha doğru ifadeyle tam
vücut nakli) de çok pahalı olacaktır. Çok az insan bu ameliyata
girebilecektir; En azından ilk zamanlarında. Ee, o zaman tekniği
geliştirmeye kaynak harcanmasın mı! :-)
* Değişim için ölüm gereklidir
gibi şeyler diyenler vardır; Sanki ölümsüzlük hiç umurlarında
değilmiş gibi. Bakmayın öyle demelerine, kendilerini kandırmaya
çalışmaktadırlar. Çoğu insanın ölümü mümkün olduğunca
düşünmeden yaşamaya çalışmasının nedeni budur. Ölümsüzlük
hissi verir. :-) Tatmin oldukları bir hayatı olan herkes ölümsüzlük
fantezisine ilgi duyar. Ölümsüzlük, zaten huzursuz bir hayatı olanlar
için sıkıcı olur. :-)
Haberin Tamamı:
5 Ağustos 2017 Cumartesi
Konferans: Garry Kasparov: Zeki makinelerden korkmayın. Onlarla birlikte çalışın.
Teknolojiden olabildiğince faydalanmak istiyorsak korkularımızla yüzleşmeliyiz ve insanlığımızı ortaya koymak istiyorsak bu korkulara galip gelmeliyiz, diyor Garry Kasparov. Tarihin en büyük satranç ustalarından biri olan Kasparov, 1997 yılında hafızalara kazınan bir satranç maçında IBM süper bilgisayarı Deep Blue'ya yenildi. Zeki makinelerin en büyük hayallerimizi gerçekleştirmemize yardım edeceğine dair gelecekle ilgili görüşlerini bizimle paylaşıyor.
“Bu rekabetçi söylem bugün artık her yerde.
Makinelere karşı yarıştayız. Kavga hatta savaş bile
diyebilirsiniz buna. İşler ortadan kalkıyor.
İnsanların yerini makineler alıyor, sanki insan
kalmamış gibi. "Terminatör" ve "Matrix" gibi
filmlerin artık gerçek olması yeter de artar bile.
İnsan beyninin veya bedeninin bir bilgisayarla
veya robotla eşit şartlarda kapışacağı çok az alan
kaldı. Aslında, keşke bu kadar az olmasaydı.”
“Bundan yalnızca 12 yıl sonra, canımı zor
kurtardığım bir maçta tek bir bilgisayara karşı
savaşıyordum. Bu maça, Newsweek dergisinin
kapağında "Beynin Son Çırpınışı" demişlerdi.
Baskı yok canım.
(Gülüşmeler)”
“Ama o ilk oyuna
başladığımda o şeyin kapasitesinden pek emin
olamadım. Teknoloji çok çabuk gelişebilir, IBM
ise dev bir yatırım yapmıştı. O seti kaybettim.
Sonra elimde olmadan merak ettim, bu şey
yenilmez olabilir miydi? Çok sevdiğim satrancın
sonu muydu bu? Bunlar insani endişeler, insani
korkulardı ve emin olduğum bir şey vardı. O da
rakibim Deep Blue'nun böyle kaygıları
olmadığıydı.
(Gülüşmeler)”
“Bugün bile, son model cep
telefonunun içindeki ücretsiz satranç uygulaması
dahi Deep Blue'dan daha güçlüyken insanlar hâlâ
satranç oynuyor, hem de eskisinden de fazla.
Felaket tellalları, makinenin egemenliğine giren bir
oyuna bir daha kimsenin elini sürmeyeceğini
söyledi. Ama yanılıyorlardı, haksız çıktılar. Konu
teknoloji olduğunda, felaket tellallığı hep çok
popüler olmuştur.”
“Deep Blue galip gelmişti. Zeki miydi peki? Hayır,
değildi. Alan Turing ve bilgisayar biliminin diğer
kurucularının umduğu şekilde değildi en azından.
Görüldü ki donanım yeterli hıza ulaştığında ve
algoritmaların zekâsı keskinleştiğinde kaba kuvvet
satrancı ezip geçebiliyordu. Oysa elde edilen
sonuca bakıldığında büyük usta seviyesindeki
satranç oyunlarında Deep Blue zekiydi. Ama
dakikada 200 milyon hamle hesaplayabilen
inanılmaz hızına rağmen Deep Blue'nun yöntemi
insan zekâsının merak edilen gizemlerini
kavramamıza pek yardımcı olamadı.”
“Everest Dağı bendim ve Deep Blue
zirveye ulaşmıştı. Aslına bakarsanız, bunu yapan
Deep Blue değildi tabii ki, onun insan
yaratıcılarıydı bunu başaran, Anantharaman,
Campbell, Hoane ve Hsu. Onlara şapka
çıkarıyorum.”
“Yaralarımı yalarken, Deep Blue'ya
karşı giriştiğim mücadeleden ilham alarak
çıkmıştım. Eski bir Rus atasözünün dediği gibi:
Bükemediğin eli öpeceksin. Sonra düşündüm.
Bilgisayara karşı oynarken, yanımda başka bir
bilgisayarla güçlerimi birleştirsem nasıl olurdu?
İnsan sezgileriyle makinenin hesaplama gücü,
insan stratejisiyle makinenin taktikleri, insan
tecrübesiyle makinenin hafızası birleşse oynanmış
en mükemmel oyun olmaz mıydı?”
“Pek yakında, makineler taksi şoförü, doktor ve
profesör olacaklar. "Zeki" olacaklar mı peki? Bu
tanımlamaları filozoflara veya sözlüklere
bırakmayı tercih ederim. Asıl önemli olan soru şu,
biz insanlar bu makinelerle yaşama ve çalışma
konusunda ne hissediyoruz?”
“Makineyle iş birliği içinde çalışan insan hayal
değil. Bu günümüzün bir gerçeği. Yabancı dilde
bir gazetede yer alan bir makalenin içeriğini
öğrenmek için çevrimiçi çeviri araçlarını
kullananlar bunların mükemmel olmadığını bilir.
Sonra, bize verdiği çeviriyi anlamak için insan
tecrübemizi kullanırız. Makine de bizim
düzeltmelerimizden doğrusunu öğrenir. Bu yöntem
hastalık teşhisinde ve güvenlik analizinde gitgide
yaygınlaşıyor. Makine verilerin üzerinden geçiyor,
olasılık hesaplaması yapıyor ve işin yüzde 80 veya
90'lık kısmını hallederek insanların analiz
yapmasını ve karar verme sürecini kolaylaştırıyor.”
“Makinelerle savaşmış ve kaybetmiş biri olarak
şunu söylemek istiyorum, bu harika bir haber. Tüm
meslekler er ya da geç bu baskıyı üzerinde
hissedecek. Bunun aksi olursa, insanlık ilerlemeyi
durdurmuş demektir. Teknolojik gelişmenin nerede
ve ne zaman duracağına biz karar veremeyiz.
Yavaşlamak ise söz konusu olamaz. Aslına
bakarsanız, hızlanmamız gerek.”
“Makineler hesap yapabilir.
Biz ise anlama gücüne sahibiz. Makineler talimata
göre çalışır. Bizim ise bir amacımız var. Makineler
nesneldir. Biz ise tutkuluyuz. Makinelerimizin
yapabildiklerinden endişe duymamıza gerek yok.
Aksine, bugün yapamadıkları bizi
endişelendirmeli.”
Garry Kasparov'un TED Konferansının Hatırlattıkları
On sekizinci yüzyılın Avrupa'sını kasıp kavuran bir makine vardı. Satranç oynayan bir makine. Gösterilere çıkarılırdı. Rakiplerini zorlardı. İnsanları şaşırtırdı. Bu makine The Turk'tü! Oldukça gizemliydi. Neydi ki bu! İzleyiciler kanıtlayamıyordu. Ama bu ilginç makine göründüğünün aksine kendi kendine oynamıyordu. İçinde gizlenen bir satranç oyuncusunun yardımıyla oynuyordu. İzleyiciler, güzel bir gösteri izlemiş oluyorlardı. Kasparov, Deep Blue'ya gizlice talimat veren bir satranç oyuncusunun varlığından bahsetmişti. Deep Blue The Turk'e benzetilmişti. Game Over: Kasparov and the Machine belgeselinde de konudan bahseder.
Aslında 1990'daki teknoloji böyle basit hileyi yapmaya yeterli olurdu. IBM hile yapmaya niyetli olsaydı bunu çok önce de yapabilirdi. 1997'ye kalmazdı. Hatta 1996'da da yenilmezdi Deep Blue. Sahi 1996'daki ilk maçta niçin böyle iddialar dile getirilmemişti. Aslında iyi gidiyorken, insan müdahalesi yüzünden yenilmiş olamaz mıydı, Deep Blue. :-)
AlphaGo Go oynuyor. Hem de iyi oynuyor görünüyor. En iyi Go oyuncusunu, Lee Sedol'ı yendi 2016'da! Ama hile yapıldığı, insan müdahalesi olduğu kimsenin aklına gelmedi. Kimse Google'ı suçlamadı; AlphaGo'yu Google'in DeepMind şirketi geliştirmişti. Üstelik Go satrançtan daha karmaşıktır. Yani bilgisayarın satrançta insan müdahalesine ihtiyacı varsa, Go oyununda bu ihtiyaç daha da belirgin olmalıydı. Bilgisayarın zeka gerektiren şeylerde bile üstün gelebileceği, insanlara artık daha mümkün görünmeye başladı, sanırım. Kanıksandı.
Kasparov için satranç öncelikliydi. IBM için ise asıl vurgulamak istediği dakikada 200 milyon hamle hesaplayabildiğiydi. Bu modelin, Deep Blue yazılımını bile çalıştırabilen çok hızlı bir sunucu olduğunu kanıtlamaktı. Potansiyel müşteri şirketlere, bu model sunucularının ne kadar işlerine yarayabileceğini göstermesinin dikkat çekici bir yolu da bu satranç maçıydı. İşe yaradı da. Hisseleri yükselmişti.
Kasparov'un konferansında bahsettiği tam da o felaket tellalları gibi düşündüğünü varsayardım. Ama Deep Blue'yla mücadelesinden ilham almış. Zamanla fikirlerini değiştirmiş. Kasparov'dan benim fikirlerime yakın şeyler duymak sevindirici. Artık teknolojiye daha çok güveniyor.
Terminatör, gerilimin iyi verildiği bir film olabilir. Jamas Cameron fena felaket tellallığı yapmıştı. Ama Jamas Cameron'ın da böyle bir geleceğe inandığını sanmıyorum. Sadece, felaket tellallığı izleyici toplamayı kolaylaştıracaktı. Kendisi Titanik'i incelemeyi sever. Hobisidir. Defalarca okyanusta Titanik'e inmiştir. Elbette gelişmiş robot denizaltılarıyla incelemiştir. Yani son teknolojiyi kullanmaya bayılır. Onlardan korkmaz.
Kasparov “Makineler hesap yapabilir. Biz ise anlama gücüne sahibiz. Makineler talimata göre çalışır.” diyor ve ekliyor; “Makinelerimizin yapabildiklerinden endişe duymamıza gerek yok.”. Doğru, endişelenmeye gerek yok. Ama bunun nedeni, anlama kapasiteleri olmamasına bağlanmamalı. Makineler hep böyle kalacakmış gibi anlatmış Kasparov. Günümüzde araba plakası okuyabilen sistemler kullanılmaktadır. Her araba geçtiğinde okuması iyileşmektedir. Öğrenmektedir. Sistemdeki yapay sinir ağları yeni bağlantılar kurmaktadır. O plakayı anlamaktadır. Elbette çok basit veri bağlantıları oluşturmaktadır. Google Çeviri ise daha yüksek seviyede anlamaktadır. Çünkü daha büyük veriler arasında daha karmaşık bağlantılar kurmaktadır. Tercüme kalitesini arttırmaktadır, kullanıcılardan da öğrenerek. Yani “nereden itibaren anlamaya başlamak” olduğunu gösteren belirgin bir sınır yoktur, genel kanının aksine. Doğru, Deep Blue hiç anlayamayacaktı. Çünkü O'nda yapay sinir ağı yoktu. Ama IBM Watson'da yapay sinir ağı var.
Komşu kedilerin, bahçesini tuvalet olarak kullanmasından usanmıştır Bob Bond. Bahçeye giren kedileri tanıyan yazılım geliştirmeye karar verir. Bahçeye kedi girdiğinde otomatik sulama sistemini açacaktır. Elbette bunu yapay sinirler kullanarak yapacaktır Nvidia programcısı Bob Bond. Sonra sisteme internetten milyonlarca kedi fotoğrafı yükler. Kamera kedileri diğer hayvanlardan ayırmayı öğrenir. Başta kedilerin %30'unu tanıyabiliyordur. 3 ay içinde %60'a çıkar, programcının kendisinin çektiği fotoğrafları eklemesinin de yardımıyla. Ve artık bahçeye gelen kedilerin %90'ını tanıyor!
Bu program kedinin ne olduğunu bir ölçüde anlıyor. Bizler kediyi daha kapsamlı anlıyoruz. Bir biyolog ise çok daha kapsamlı anlar. Onun kafasında oluşturduğu kedi modeli çok daha kapsamlıdır. Programın oluşturduğu model sadece grafiktir. Bizler biraz daha detaylı tarif edebiliriz. Ama biyoloğun tarifi kuşkusuz çok daha detaylı olacaktır; Sadece şekli, sesi ve 1-2 numarasıyla sınırlı kalmayacaktır. Program da, biz de, biyolog da kediyi farklı düzeylerde anlamaktadır!
Bu arada, AlphaGo'ya milyonlarca oyun yüklenmişti. Kendisine karşı defalarca kez oynaması sağlanmıştı. Oyunu öğrendi, yapay sinir ağı sayesinde. Sezgi gibi bir şey kazandı deniyor. Şey, öğrenmek yeterince tanımlamadı, ustalaştı diyebiliriz. Bitmedi! Yine DeepMind yazılımı yürümeyi, engellerden atlamayı, duvarlarda yönünü değiştirmeyi öğrendi. Bunu kendi kendine yaptı. Sanal bir ortamda, sadece ödül sistemiyle teşvik edildi. Şirketin başka bir projesinde yazılıma 5000 tane film ve dizi gösterildi. DeepMind dudak okumayı öğrendi, aktörlerin konuşmalarını takip ederek. Bazen belge ve kitap taradığımız oluyor, bilgisayara geçirmek için. Ama çoğu harfi düzgünce dijitalleştiremiyor yazılımlar. DeepMind bu konuda da işe yarayacaktır muhtemelen. Farklı biçimlerde yazılarla sıkça karşılaştıkça harfleri öğrenecektir. Kaliteli şekilde tarama sağlanabilecektir. Google zaten kitapları dijitalleştiriyor. Böylece aramalara dahil edilebiliyorlar. DeepMind'i bu amaç için de kullanması şaşırtıcı olmayacaktır.
Zamanla daha karmaşık modelleri tanıyacak bilgisayarlar. Büyük veriler arasında karmaşık bağlantılar kuracak. Sonunda kendisinin de bir modelini oluşturacak. Yani bilinç olgunlaşmaya başlayacak. Bu 200-300 yapay sinir tanımlanmış makinelerde olmayacak. Milyon tane yapay sinir tanımlanmış bilgisayarlarda olacak.
İşte o zaman büyük tartışmalar başlayacak. Bilgisayarlar daha da karmaşık şeyleri anlamaya başladığında, insanların çoğu bunu hemen hissetmeyecekler. Ve nereden sonra, onların artık bir bilinci var denilebileceğine kolayca karar veremeyecekler. Onları bundan böyle işlerimizi yapmaya zorlayacak mıyız? Kölelerimiz gibi kullanmaya hakkımız olacak mı? Onlar gerçekten anlıyor mu denilecektir. Onlara insan hakkı verilmeli midir diye tartışılacak. Onlar özgür müdür, yoksa bizim malımız mıdır diye sorulacak. Bazıları onların artık anlayabiliyor olduğunu uzun süre kabul edemeyecek. İnsanlar tehdit altında değildir. İlla bir tehdit aranacaksa; Tehdit altında olanlar aslında makinelerdir. Anlayabiliyor oldukları halde belki uzun süre köle kalmaya devam edecekler. :-)
Aslında 1990'daki teknoloji böyle basit hileyi yapmaya yeterli olurdu. IBM hile yapmaya niyetli olsaydı bunu çok önce de yapabilirdi. 1997'ye kalmazdı. Hatta 1996'da da yenilmezdi Deep Blue. Sahi 1996'daki ilk maçta niçin böyle iddialar dile getirilmemişti. Aslında iyi gidiyorken, insan müdahalesi yüzünden yenilmiş olamaz mıydı, Deep Blue. :-)
AlphaGo Go oynuyor. Hem de iyi oynuyor görünüyor. En iyi Go oyuncusunu, Lee Sedol'ı yendi 2016'da! Ama hile yapıldığı, insan müdahalesi olduğu kimsenin aklına gelmedi. Kimse Google'ı suçlamadı; AlphaGo'yu Google'in DeepMind şirketi geliştirmişti. Üstelik Go satrançtan daha karmaşıktır. Yani bilgisayarın satrançta insan müdahalesine ihtiyacı varsa, Go oyununda bu ihtiyaç daha da belirgin olmalıydı. Bilgisayarın zeka gerektiren şeylerde bile üstün gelebileceği, insanlara artık daha mümkün görünmeye başladı, sanırım. Kanıksandı.
Kasparov için satranç öncelikliydi. IBM için ise asıl vurgulamak istediği dakikada 200 milyon hamle hesaplayabildiğiydi. Bu modelin, Deep Blue yazılımını bile çalıştırabilen çok hızlı bir sunucu olduğunu kanıtlamaktı. Potansiyel müşteri şirketlere, bu model sunucularının ne kadar işlerine yarayabileceğini göstermesinin dikkat çekici bir yolu da bu satranç maçıydı. İşe yaradı da. Hisseleri yükselmişti.
Kasparov'un konferansında bahsettiği tam da o felaket tellalları gibi düşündüğünü varsayardım. Ama Deep Blue'yla mücadelesinden ilham almış. Zamanla fikirlerini değiştirmiş. Kasparov'dan benim fikirlerime yakın şeyler duymak sevindirici. Artık teknolojiye daha çok güveniyor.
Terminatör, gerilimin iyi verildiği bir film olabilir. Jamas Cameron fena felaket tellallığı yapmıştı. Ama Jamas Cameron'ın da böyle bir geleceğe inandığını sanmıyorum. Sadece, felaket tellallığı izleyici toplamayı kolaylaştıracaktı. Kendisi Titanik'i incelemeyi sever. Hobisidir. Defalarca okyanusta Titanik'e inmiştir. Elbette gelişmiş robot denizaltılarıyla incelemiştir. Yani son teknolojiyi kullanmaya bayılır. Onlardan korkmaz.
Kasparov “Makineler hesap yapabilir. Biz ise anlama gücüne sahibiz. Makineler talimata göre çalışır.” diyor ve ekliyor; “Makinelerimizin yapabildiklerinden endişe duymamıza gerek yok.”. Doğru, endişelenmeye gerek yok. Ama bunun nedeni, anlama kapasiteleri olmamasına bağlanmamalı. Makineler hep böyle kalacakmış gibi anlatmış Kasparov. Günümüzde araba plakası okuyabilen sistemler kullanılmaktadır. Her araba geçtiğinde okuması iyileşmektedir. Öğrenmektedir. Sistemdeki yapay sinir ağları yeni bağlantılar kurmaktadır. O plakayı anlamaktadır. Elbette çok basit veri bağlantıları oluşturmaktadır. Google Çeviri ise daha yüksek seviyede anlamaktadır. Çünkü daha büyük veriler arasında daha karmaşık bağlantılar kurmaktadır. Tercüme kalitesini arttırmaktadır, kullanıcılardan da öğrenerek. Yani “nereden itibaren anlamaya başlamak” olduğunu gösteren belirgin bir sınır yoktur, genel kanının aksine. Doğru, Deep Blue hiç anlayamayacaktı. Çünkü O'nda yapay sinir ağı yoktu. Ama IBM Watson'da yapay sinir ağı var.
Komşu kedilerin, bahçesini tuvalet olarak kullanmasından usanmıştır Bob Bond. Bahçeye giren kedileri tanıyan yazılım geliştirmeye karar verir. Bahçeye kedi girdiğinde otomatik sulama sistemini açacaktır. Elbette bunu yapay sinirler kullanarak yapacaktır Nvidia programcısı Bob Bond. Sonra sisteme internetten milyonlarca kedi fotoğrafı yükler. Kamera kedileri diğer hayvanlardan ayırmayı öğrenir. Başta kedilerin %30'unu tanıyabiliyordur. 3 ay içinde %60'a çıkar, programcının kendisinin çektiği fotoğrafları eklemesinin de yardımıyla. Ve artık bahçeye gelen kedilerin %90'ını tanıyor!
Bu program kedinin ne olduğunu bir ölçüde anlıyor. Bizler kediyi daha kapsamlı anlıyoruz. Bir biyolog ise çok daha kapsamlı anlar. Onun kafasında oluşturduğu kedi modeli çok daha kapsamlıdır. Programın oluşturduğu model sadece grafiktir. Bizler biraz daha detaylı tarif edebiliriz. Ama biyoloğun tarifi kuşkusuz çok daha detaylı olacaktır; Sadece şekli, sesi ve 1-2 numarasıyla sınırlı kalmayacaktır. Program da, biz de, biyolog da kediyi farklı düzeylerde anlamaktadır!
Bu arada, AlphaGo'ya milyonlarca oyun yüklenmişti. Kendisine karşı defalarca kez oynaması sağlanmıştı. Oyunu öğrendi, yapay sinir ağı sayesinde. Sezgi gibi bir şey kazandı deniyor. Şey, öğrenmek yeterince tanımlamadı, ustalaştı diyebiliriz. Bitmedi! Yine DeepMind yazılımı yürümeyi, engellerden atlamayı, duvarlarda yönünü değiştirmeyi öğrendi. Bunu kendi kendine yaptı. Sanal bir ortamda, sadece ödül sistemiyle teşvik edildi. Şirketin başka bir projesinde yazılıma 5000 tane film ve dizi gösterildi. DeepMind dudak okumayı öğrendi, aktörlerin konuşmalarını takip ederek. Bazen belge ve kitap taradığımız oluyor, bilgisayara geçirmek için. Ama çoğu harfi düzgünce dijitalleştiremiyor yazılımlar. DeepMind bu konuda da işe yarayacaktır muhtemelen. Farklı biçimlerde yazılarla sıkça karşılaştıkça harfleri öğrenecektir. Kaliteli şekilde tarama sağlanabilecektir. Google zaten kitapları dijitalleştiriyor. Böylece aramalara dahil edilebiliyorlar. DeepMind'i bu amaç için de kullanması şaşırtıcı olmayacaktır.
Zamanla daha karmaşık modelleri tanıyacak bilgisayarlar. Büyük veriler arasında karmaşık bağlantılar kuracak. Sonunda kendisinin de bir modelini oluşturacak. Yani bilinç olgunlaşmaya başlayacak. Bu 200-300 yapay sinir tanımlanmış makinelerde olmayacak. Milyon tane yapay sinir tanımlanmış bilgisayarlarda olacak.
İşte o zaman büyük tartışmalar başlayacak. Bilgisayarlar daha da karmaşık şeyleri anlamaya başladığında, insanların çoğu bunu hemen hissetmeyecekler. Ve nereden sonra, onların artık bir bilinci var denilebileceğine kolayca karar veremeyecekler. Onları bundan böyle işlerimizi yapmaya zorlayacak mıyız? Kölelerimiz gibi kullanmaya hakkımız olacak mı? Onlar gerçekten anlıyor mu denilecektir. Onlara insan hakkı verilmeli midir diye tartışılacak. Onlar özgür müdür, yoksa bizim malımız mıdır diye sorulacak. Bazıları onların artık anlayabiliyor olduğunu uzun süre kabul edemeyecek. İnsanlar tehdit altında değildir. İlla bir tehdit aranacaksa; Tehdit altında olanlar aslında makinelerdir. Anlayabiliyor oldukları halde belki uzun süre köle kalmaya devam edecekler. :-)
24 Mayıs 2017 Çarşamba
Sahne: Mütevazilik
Sahne: Mütevazilik paylaşan: okanozcelik
Max:
Her Einstein. Max Lauva;
Prusya akademisinde Max Planck için çalışıyorum;
Tanıştığımıza çok...
Patent Ofisi Yöneticisi:
Galiba aradığınız kişi O.
Saçını taratıp, kendine çeki düzen verdirmeye çalıştım.
Ama adam umutsuz vaka. :-)
Max:
Albert Einstein. Görelilik ilkesinin yazarı...
Albert:
Görelilik ilkesinin yazarı Galileo;
Ben sadece bir revizyon yaptım.
Max:
Çok mütevazisiniz.
Marcel (arkadaşı):
Kesinlikle öyle değil. :-)
Max:
Çoğu bilim insanının ömründe başardığından fazlasını başardınız.
Bunu nasıl yaptınız!?
Albert:
Merakla herhalde... :-)
Marcel:
Bir de, fark edilmek istiyordu. :-)
Albert:
Işık kütle taşır!
Max:
Ama bu imkansız.
Albert:
Olabilir. Belki de Tanrı bütün bunlara kahkahalarla gülüyordur. :-)
Bence bu kuram, enerjisi hayli kararsız olan elementler kullanılarak
test edilebilir.
Sahne: Sadece İşi
Sahne: Sadece İşi paylaşan: okanozcelik
Pauline:
Şimdi. Kilerinizi doldurmak için pazara gidelim mi, ne dersin?
Mileva:
Aa. çok cömertsiniz ama maalesef kütüphaneye gitmem gerek.
Birkaç saatliğine Hans'a bakabilirsiniz diye umuyordum...
Pauline:
Ama ben daha yeni geldim.
Mileva:
Evet, ama Albert'le önemli bir makaleyi bitiriyoruz!
Pauline:
Mileva, hayatım...
Albert'imin yardımına ihtiyaç duymadığı tek bir konu varsa,
o da bilimdir.
Ama hayatının geri kalanında çok çaresizdir! :-)
Ne kadar şanslı ki, bir karısı var.
16 Mayıs 2017 Salı
Konferans: Elektronik Çizelgelerin Doğuşu
TRT4 Açık Öğretim'de Lotus'u öğretmeye çalışırdı. En çok bilineni Microsoft Excel'dir. Elektronik Çizelgelerden bahsediyorum. İşte bu konferans, bu fikrin ilk nasıl ortaya çıktığını anlatmaktadır.
“Steve Jobs, 1990'da "Elektronik çizelge sanayiyi ileri taşıdı." "VisiCalc, Apple'ın başarısını hiç bir şeyin yapmadığı kadar artırdı." dedi. Daha samimi bir ortamda Steve, "Eğer VisiCalc başka bir bilgisayar için yazılmış olsaydı, şimdi başka birisiyle görüşüyor olurdun." dedi.”
(İlk elektronik çizelge Apple için geliştirilmiş görünüyor. :-) )
“VisiCalc kişisel bilgisayarların iş yerlerine girmesinde etkili oldu. Peki bu nasıl ortaya çıktı? O neydi? Onu yapmak için neler yaşadım? Ben programlamayı 1966'da 15 yaşındayken öğrendim— bu fotoğraf çekildikten sadece bir kaç ay sonra. O günlerde çok az lise öğrencisinin bilgisayara erişim imkanı vardı. Fakat biraz şans biraz da sabır sonucunda şehirde bilgisayar bulabildim.”
“İşte benim ödevim. Yine sayılar, kelimeler, anlamlı bir şeklide dizilmiş. Bir sürü hesaplama—hesap makinelerimizle yatar kalkar olmuştuk. İşte benim hesap makinem. Cadılar Bayramı partisi için hesap makinesi kılığına girmiştim.”
“Sonra dedim ki, değerleri herhangi bir yere koymana imkan vermek yerine, olayı neden ızgarayla sınırlandırmayayım ki? Sonra bir hücreyi işaretlediğinde, bilgisayar sırayı ve sütunu aynı bir isim olarak koyabilirdi. Ve bunu bir harita gibi yapsam, ve en yukarıya ABC ve yanına sayıları koysam, formülde B7 gördüğünde ekranda tam olarak nerede olduğunu görecektin. Eğer formülü kendin yazmak zorunda kalsan, ne yapılacağını bilirdin. Kullanıcıyı ızgarayla sınırlandırmak problemi çözmeme yardımcı oldu.”
“Fakat bu çok sınırlayıcı değildi — hâlâ herhangi bir hücreye herhangi bir değer ve formül koyabiliyordun. Nerdeyse 40 yıl sonra bile bu işi böyle yapıyoruz.”
“Arkadaşım Bob ve ben bu ürünü birlikte üretmeye karar verdik. Programın tam olarak nasıl çalışması gerektiği ile alakalı biraz daha çalıştım. Belge yerine geçecek bir formül çizelgesi yazdım. Bu bana ayrıca tarifini yaptığım kullanıcı arayüzün avam tabakaya az ve öz olarak anlatabileceğinden emin olmama yardımcı oldu.”
(“avam tabaka” dediği son kullanıcılardır. :-) )
“Bu testlerden biri için Pepsi örnek olayını hazırladım. Yazıcı henüz çalışmıyordu, bu yüzden her şeyi elle yazmak zorunda kaldım. Kaydetme tuşu çalışmıyordu, bu yüzden ve sürekli bozuluyordu. Formülleri tekrar tekrar girmem gerekti. Bir sonraki gün sınıfta, elimi kaldırdım; hoca beni çağırdı ve örnek olayı sundum. Beş yıllık tahminleri hesaplamıştım. Bütün farklı senaryoları hazırlamıştım. Sunumdan mükemmel bir sonuç aldım. VisiCalc faydalı olmuştu bile.”
“Profesör, "Bunu nasıl yaptın?" dedi. Tabi ben ona gizli programımızdan bahsetmek istemedim.
(Gülüşmeler)
Dedim ki: "Bunu ve şunu aldım, sonra bununla çarptım ve bundan çıkardım."
"Peki neden bir oran kullanmadın?" dedi.
"Hah! Bir oran mı — bunun kadar kesin olamazdı." dedim. Ama "Bölme henüz çalışmıyor." demedim.
(Gülüşmeler)”
(Harvard İşletme dersindeler. O zamanlar hesap defterleri tutulurdu. Elektronik çizelge diye bir şey yok. Profesör, yeni geliştirilen programdan habersizdir. :-) )
“Haziran 1979'da yayıncımız VisiCalc'ı New York'ta büyük Ulusal Bilgisayar Konferansında küçük bir stantta dünyaya duyurdu. The New York Times konferans hakkında komik bir makale yayınladı. "Makinalar sanki bir dini ayin gibi işliyor... Hatta inananlar toplanırken, Coliseum yazılı odadaki ressamlar bu tapınağa bir şeyler ekliyorlar, dikkatlice sarı üstüne siyah renkle kocaman 'VISICALC' yazıyorlar. Selam sana ey VISICALC!" New York Times: "Selam sana ey VISICALC!"
(Gülüşmeler)”
“Bu yaklaşık iki yıl kadar popüler iş dünyası yayınlarında elektronik çizelgeden son bahsedilişiydi. Çoğu insan bunu hâlâ anlamadı. Fakat bazıları anladı.”
3 Mayıs 2017 Çarşamba
Sahne: Cesaret
Sahne: Cesaret paylaşan: okanozcelik
Ramanujan
asal sayılarla ilgili formülleri hayal edebilmektedir. İlginç bir
şekilde formüller doğru da çalışmaktadır. Ama
ispatlayamamaktadır. Şaşırtıcıdır. Formülün nereden
geldiğini gösterememektedir. Kendisi “Zihnim sizinle aynı
şekilde işlemiyor. Bilmiyorum” gibi şeyler diyebilmektedir.
Sadece sezgisel kalmaktadır!
Yani,
evet, iyidir. Ama belki gerçekten de, o kadar da çok iyi değildir,
kim bilir. Emin olunamaz. Şu ya da bu nedenle, cesaret kırıldığında
insan değişir. Cesaretinde gelgitler oluşur, artık belirgin
değildir. Kafayı tam konsantre olarak o tek konuya vermek, artık
eskisi kadar “anlamlı” gelmemeye başlar. Yeniden heves gerekir.
:-)
Littlewood:
İki
noktadan bahsetmem gerek.
İlki
Ramanujan'ın asallarla
ilgili
çalışması.
Kendi
başına dahice olsa da
aslında
yanlış.
Diğer
nokta ise daha karmaşık.
Ramanujan
ile elde ettiğin şey
bir
mucizeden farksız.
Delikanlı,
şimdiye kadar anlayabildiğim
her
türlü harikuladeliği aşıyor.
Jacobi'yi
unut, onu Newton ile
karşılaştırabiliriz.
Littlewood:
Bu
maksatla senin de bir sorumluluğun var.
Onu
kollamalısın ve çalışmasının bir
anlamı
olduğundan emin olmalısın.
Hardy
Teoremin
yanlış.
İşte
bu yüzden ispat işinde bana nihayet...
...güvenene
kadar daha
fazlasını
yayınlayamayız.
Sezgi
seni ancak buraya kadar getirir.
Hardy:
İnan
ya da inanma, eğer
yataklardan...
...yolunu
bulabilirsen,
etrafta
hala birkaç kitap var.
Bıraktığın
kanıtlar...
Müthiş.
Gerçekten
müthiş.
Çalışmaya
yeniden başlıyor muyuz?
Hardy:
Ramanujan
konusunda endişeliyim.
Bertie:
Niye?
Hardy:
Çok
da kendinde görünmüyor.
Bertie:
Sen
bununla ilgili ne bilirsin ki?
Hardy:
Çok
az, itiraf ediyorum.
Ama
iyi göründüğünü düşünmüyorum.
Değişmiş
görünüyor.
Geçen
gece sezgi konusunda korkunç
bir
kavga ettik. Hiddetle ayrıldı.
Bir
gün sonra bu
müthiş
ispatları çıkarttı.
Bertie:
Harold,
kendi bildiğini okuyorsun.
Hardy:
Ne
demek istiyorsun?
Bertie:
Sen
ve kahrolası katılığın
nihayet
onun cesaretini kırdı.
Hardy:
Şimdi
biraz daha özenli davranmaya
başladın.
Bence
Başkan MacMahon ile tanışmalısın.
Kombinatorikçilerin
üniversitedeki
lideridir...
...ve
senin en ateşli
karşıtlarından
birisi.
Bölüntülerin
yapılamayacağını düşünüyor.
Özellikle
de senin gibi biri tarafından.
Ramanujan:
O
zaman çok yükseğe saymaya
başlasa iyi eder.
başlasa iyi eder.
8 Mart 2017 Çarşamba
Sahne: Ama asıl olay farklı çıkartmalar alıp aynı bisikletlere yapıştırmakta
Sahne: Ama asıl olay farklı çıkartmalar alıp... paylaşan: okanozcelik
Alan: Çinliler bisikletleri daha ucuza daha çabuk üretebiliyorlardı, o zaman bu iyi fikir gibi görünmüştü...
Alan: Onlara iyi sağlam bisiklet üretmeyi öğrettik. O beceriyi alıp bisikletleri kendileri üretmeye başladılar.
Kral'ın Adamı: Şimdi de piyasayı ele geçirdiler!
Alan:
Çünkü çok ucuza satabiliyorlar.
Ama asıl olay farklı çıkartmalar alıp aynı bisikletlere yapıştırmakta!
Asya'da aynı fabrikada üretiliyorlar.
Tüm markalar orada,
ve Schwinn de onlardan sadece biri.
Ve şuna da rastlanmıştır: Avrupa'da küçük bir şirket vardır. Ürünü kendi markasıyla Avrupa'da satmaktadır. Ürün dikkatle incelendiğinde bir şey fark edilmektedir. Ürünün daha az dikkat çeken yerinde farklı bir marka etiketi daha vardır mesela. Üretici asıl üretenin kim olduğunu hafifçe belli etmek istemiştir. Bir Çin şirketinin markasıdır. Ürünü tasarlayan üreten bir Çin şirketidir. O da ürünü kendi markasıyla satmaktadır. Ama aynı ürüne farklı marka etiketi yapıştırıp bu Avrupalı şirkete de dağıtmaktadır. Ve Avrupalı bu şirket, aynı ürünü az biraz daha pahalıya satmaktadır. Muhakkak başka örnekler de vardır.
İphone bile Çin'de üretiliyor. Çin'de bir iki şehir ekonomik sisteme entegre olabilmiştir.
Sahne: Sahip olmak istemek
Sahne: Sahip olmak istemek paylaşan: okanozcelik
David:
Fanteziler gerçek dışı olmalıdır.
Çünkü aradığınız o şeyi bulduğunuz an,
O'nu artık istemezsiniz çocuklar.
Varlığınızın devam etmesi için
tutkular somut olmayan hayallerden ibaret olmalıdır.
İstediğiniz şey o değildir.
İstediğiniz O'nun fantezisidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)