19 Aralık 2018 Çarşamba

Seçimi Sen Yap - Sahne

 

Charles: -Bitirdim.
Bitirdim.
Seçimi sen yap.
Emma: -Ne seçimi?
Charles: -Birisi Tanrı'nın tarafına geçmeli.
Bu kişinin Innes olmasındansa
senin olmanı yeğlerim.
Emma: -Yani bana kalırsa bunu
yok etmemiz mi gerekecek?
Charles: -Neyin doğru olduğunu
düşünüyorsan öyle yap.
Önce bir oku!

Makineler Mantık Yürütebilir mi - Alıntı


Açıklama: On sekizinci yüzyılın Avrupa'sını kasıp kavuran bir makine vardı. Satranç oynayan bir makine. Gösterilere çıkarılırdı. Çoğu insanı yenerdi. Bu makine Türk'tü! Oldukça gizemliydi. İnsanları hayran bırakırdı. İnsanların çoğu makinelerin mantık yürütemeyeceğine inanırdı. Hiçbir makine kendi kendine satranç oynayamazdı yani. Bu “yalnızca akıl bölgesinde, yani beyin gücüyle” olabilirdi çünkü. İnsanlar, onun mantık yürütebildiğini kabullenemez, ama nasıl çalıştığını da bir türlü anlayamazdı.

***

...Willis tüm bu noktaları göz önünde bulundurarak, oyuncunun dolaba sol taraftan girdiğine ve ayaklarım çekmecenin gerisindeki boşluğa uzatarak mekanizmanın arka tarafına oturduğuna karar vermişti. Oyuncu daha sonra ana bölmenin gerisindeki sahte arkalığı katlıyor, böylece kapaklar açılıp mekanizma gösterilirken ve içerisi aydınlatılırken kendisine öne eğilecek yeri açıyordu. Mekanizmanın arkasındaki kapak kapatılıp öndeki çekmece açıldığında, oyuncu ana bölmenin sahte arkalığını kaldırıp dik oturabiliyordu. Bu aşamada Willis'in deyimiyle, "deneme başarıyla sonuçlanmış kabul edilebilir. Sır artık tehlikede değildir." Ön kapak mekanizma görülecek şekilde rahatlıkla açık bırakılabilir, neredeyse boş olan ana bölmenin kapakları da açılabilirdi. Dolap kendi çevresinde döndürülebilir ve Türk fıgürünün içini gösteren kapaklar da açılabilirdi.

Tüm kapaklar kapatıldıktan sonra Willis'e göre oyuncu, satranç oyunu için en uygun pozisyonu alabilirdi. Türk'ün göğsündeki boşluğa doğru kayıp yerleşen oyuncu, onun yeleğinin içinden, "sanki bir tül perde gerisinden" bakar gibi rahatça oyun tahtasını görebilirdi. Kendi sol kolunu, Willis'in içinin boş olduğunu varsaydığı Türk'ün göğsünden geçirip sol kolunun içine kaydırarak otomatın elini hareket ettiriyordu. Elini "satranç tahtasının herhangi bir yerine götürebilir ve parmakları oynatan bir tel yardımıyla da taşları kaldırıp yerlerine koyabilirdi. Sağ eli dolabın üzerinde durduğundan, aletin oyun sırasında duyulan sesleri çıkarmasını, başını sallamak ve dolaba vurmak gibi diğer numaraları yapmasını sağlayan aksamı çalıştırıyor olabilirdi. Willis'e göre, Türk'ün elinde tuttuğu uzun pipo sol kolunu, oyuncunun eli rahatça içine yerleşecek ama garip bir görüntü oluşturmayacak biçimde şekillendirme amacını taşıyordu. "Bu anlatılan yöntem basit, mantıklı ve etkilidir; bu icadın makinelerin yardımı olmaksızın üretilmiş olabileceğini göstermekte, yani otomatın gerçekte üçüncü sınıfa dahil olduğu olasılığını ortaya koymakta, tek dahiyane noktasını ise, canlı bir oyuncunun gizlenmesinde yararlanılan ustaca yöntem oluşturmaktadır," diyerek sözlerini tamamlıyordu Willis.

Willis'in teorisi, daha önce Türk'ün sırrını ortaya çıkarma çabalarının hiçbirinde rastlanmadığı kadar kendi içinde tutarlı ve inandırıcıydı. Kitapçığın yayınlanmasından birkaç hafta sonra yazarının Willis olduğu ortaya çıktı. O zamanlar sadece 21 yaşında olan Willis, daha sonra Cambridge Üniversitesi'nde akademik kariyer yapacak ve 1837 yılında aynı üniversitede Uygulamalı Mekanik profesörü olacaktı. Bir biyografa göre; "marangozluk konusundaki pratik bilgisi, yaratıcı dehası ve kolay anlaşılır ifade yeteneği onu son derece başarılı bir profesör yapmış, derslerinin hep dolu geçmesini sağlamıştı." Yetenekli bir eğitmen olmasının yanı sıra, mekanik teorisine katkılarda bulunmuş, ilerleyen yaşlarında ise mimarlık ve arkeoloji alanlarında da otorite konumuna gelmişti.

Willis, Türk'ün çalışma mekanizmasını açıklarken göz önünde tutulması gereken şeylerden birinin, "Bay Kempelen'in yetenekleri. . ." olduğunu özellikle vurgulamıştı; bu yetenekleri zaten uzun zaman önce halkın takdirini kazanmıştı; gerçekten de kendisinin sahip olduğu yetenek ve deha, normalden daha fazla olmalı ki böyle bir makineyi hayal edebilmiş ve gerçekleştirebilmiştir." Daha önce yine böyle bir gizlenen oyuncu teorisini ortaya atan Thickness'in öfkesinin ve kopardığı gürültünün aksine, Willis Türk'ü açığa çıkarılacak bir sahtekarlık olarak değil, çözülmesi gereken bir bilmece gibi ele alıyordu. Kempelen ve Maelzel ile paylaştığı ortak noktalar, daha sonraki yıllarda gerçekleştireceği konuşma mekanizması alanındaki araştırmalarda da kendini gösterecekti. İzleyen yıllarda Kempelen'in konuşma makinesini yeniden yapıp geliştirilmesini sağlayacaktı.

Willis'in savının ana fikri, ne denli karmaşık olursa olsun hiçbir makinenin satranç oynayamayacağı idi. Bunun, yalnızca akıl bölgesinde, yani beyin gücüyle" olabileceğini söylüyordu Willis. Ama tam da Willis'in kitapçığı piyasaya sürüldüğü sıralarda, bir başka İngiliz tam aksi bir teoriyle ortaya çıkıverdi. Bir makinenin mantık yürütebileceğini savunan bu kişi, bilgisayarın öncülerinden Charles Babbage'dı.

Babbage'ın makinelere olan ilgisi, yirmi yıl önce Merlin'in atölyesini ziyaretinden beri hiç azalmamıştı. Willis'den yedi yaş büyüktü ve Cambridge Üniversitesi'nden mezun olmuştu bile. 1812 yılında, daha henüz bir öğrenciyken karmaşık matematik problemlerinin mekanik olarak çözümüyle uğraşmıştı. Anılarında, "Bir gün Cambridge'deki Analitik Kulübü'nde oturmuş, başım öne düşmüş, hayallere dalmıştım; yanımda da bir logaritma cetveli açık duruyordu.” diye yazmıştı. “Beni Öyle yarı uyur vaziyette gören üyelerden” biri, 'Hey Babbage, ne hayaller görüyorsun bakalım? diye seslendi. Ben de logaritmaları göstererek, 'Bu cetvelin makineyle hesaplanabileceğini' diye cevap verdim." Ama Babbage büyük matematikçi Pierre-Simon Laplace'ı ziyaret için Paris'e gidene dek bu konu üzerinde ciddi olarak kafa yormayacaktı.

Mekanik Türk

***

Sonunda Türk'un nasıl çalıştığını biri çözdü. Ve evet, onun da motivasyon kaynağı makinelerin mantık yürütemeyeceğiydi. Willis, çok değişik olduğu sanılan bazı şeylerin, aslında basit gerçeklerinin olabileceğine de bir örnek vermiş olur. Türk sadece bir gösteriydi. Yine de, kendi kendine çalışmasının imkansız olacağına inanılan bazı şeyler, bir dönem sonra gayet mümkün olabilir şeyler olduğu anlaşılır. Yani tam da o döneme denk gelen Charles Babbage sayesinde bu inanç da değişmek üzereydi.

Eziyet Çekmek - Sahne


Charles:
Bilirsin işte, ağızlığını ısır.
Hız her şeydir.
Birkaç ay içinde bitecektir.
Emma:
Beni endişelendiren şey ne ay...
...ne yıl, ne de onlarca yıl Charles.
Sahiden de...
...ebedi ruhunu bu kadar
az mı düşünmektesin?
Charles, cennetin kapılarından
hiç geçemeyecek olman...
...ve sonsuza dek
ayrı kalabilecek olmamız...
...hiç umurunda değil mi?
Charles:
Elbette umurumda.
Elbette umursuyorum.
Bunca yıldır neden
muallâktayım sanıyorsun?
Kısır bir arı gibiyim.
Bir bilim adamıyım,
ancak gün gibi aşikâr olan...
...gerçekleri görme korkusundan,
çalışmaya bir türlü cüret edemiyorum.
Hâlâ yeterince eziyet
çekmediğimi mi düşünüyorsun?
Emma:
Bana kalırsa sen Tanrı'yla
bir savaş içindesin Charles.
İkimiz de kazanamayacağını biliyoruz.

Filmdeki oyuncular daha önce A Beatiful Mind (Akıl Oyunları) filminde de oynadılar. Üstelik kaybettiği kızını sık sık hayal eder. Kurgusunda da o filmden biraz esinlenme var, görünüyor.

14 Aralık 2018 Cuma

Taranmış Sayfa Yazısını Doğru Yerleştirmek - Yazılım

Tarayıcı ve OCR yazılımları, bir kitap sayfasındaki her satırı, yeni bir satır başı olarak tarar, yazıya dönüştürürken. Amaç yazıyı, sayfadaki yerleşimine benzetmektir. Oluşturulan yazı, bilgisayarda incelenirken fena görünmez. Ama tablet ya da telefon gibi küçük ekranlı bir aygıtta incelenirken, çirkin bir yazıyla karşılaşılır. Yazı, olmadık yerlerinden bölünüp alt satıra geçiyordur. Üst satırın yarısı boş kalıyordur oysa. Yazı bütünlüğünü kaybetmiştir. O her satır yeni bir paragraf gibi algılanıyordur çünkü.

Bu fonksiyon yazıdaki satırları birleştirir. Bütün bir yazı oluşur. Sadece gerçek paragrafları böler, doğru yerlerinden. Artık taranan yazı, her ekranda iyi görünecektir.

Fonksiyon Kodu

def satirbirlestir(bmetin):

    muzunluk=len(bmetin)-1
    sira=0
    yenimetin=""
    while sira<=muzunluk:
        if bmetin[sira:sira+2] == "\n\n":
#       Paragraf bitişi
            yenimetin+="\n\n"
            sira+=2
        elif bmetin[sira:sira+2] == "-\n":
#       Satır sonu bölünen kelime           
            sira+=2
        elif bmetin[sira:sira+1] == "\n":
#       Satır sonundaki tam kelime           
            yenimetin+=" "
            sira=sira+1
        else:
#       Diğer tüm harfler aynen ekleniyor       
            yenimetin+=bmetin[sira]
            sira+=1

    return yenimetin

***

Aslında üreticilerin tarayıcı ve OCR yazılımlarına buna benzer bir kodu hâlâ eklememiş olması ilginçtir. Kullanıcılar, bir kitap sayfası tararken, böyle bir seçeneklerinin olduğunu fark etmeleri hoşlarına gidecektir. Eh, fonksiyonun kodunun çok ayrıntılı olması gerekmediğinden, açık kaynak kod olarak paylaşmakta sorun görülmedi. :-)

Resimlerdeki örneklerde, bir kitap sayfasının bir tablette nasıl göründüğü gösterilmiştir. Daha alttaki örnekte ise bu fonksiyon uygulandıktan sonraki durumu gösterilmiştir.

Fonksiyonu Uygulanmadan Önceki Görünüm:

Fonksiyon Uygulandıktan Sonraki Görünüm:

Not: Blogtaki her alıntı henüz bu fonksiyonla düzeltilmemiştir. Dolayısıyla bir tablet yada telefonla diğer taranan alıntıların nasıl göründüğünü deneyebilirsiniz.

26 Kasım 2018 Pazartesi

Merkezi olmayan internet konusu - Konferans


İnterneti kim kontrol ediyor? Artan bir şekilde,
bu sorunun cevabı büyük şirketler ve
hükümetler -- web geliştiricisi Tamas Kocsis'e
göre, dijital gizliliği ve çevrimiçi bilgiye erişimi
tehdit eden bir trend. Bu bilgilendirici
konuşmasında, Kocsis internet özgürlüğüne
karşı farklı tehditleri analiz ediyor ve gücü,
günlük kullanıcılara geri veren alternatif,
merkezi olmayan bir ağ inşa etme planını
paylaşıyor.

- Bu gücü suistimal etmek çok kolay. Örneğin,
geçen sene, 9 milyon web sitesi için eşik bekçisi
olan bir şirketin CEO'su halktan gelen baskılar
sonucunda, yönettiği sitelerden bir tanesini, aşırı
sağ bir sayfayı durdurmaya karar verdi.
Sonrasında iş arkadaşlarına bir email gönderdi.
"Bu keyfi bir karardı. Bu sabah kötü bir ruh
hâliyle uyandım ve onları internetin dışına
göndermeye karar verdim." Kendisi bile kabul
ediyor, "Hiç kimse bu güce sahip olmamalı."
Cevap olarak çalışanlardan biri şöyle sordu:
"Bugün internetin öldüğü gün mü?"

- Bu da kullanıcılara korumak
istedikleri siteleri barındırma yetkisi veriyor. Bu
ağ üzerinde, siteler diğer ziyaretçiler tarafından
doğrudan indiriliyor. Şöyle ki eğer 100
ziyaretçili bir siteniz varsa o site dünya
genelinde 100 bilgisayarda barındırılıyordur.

- Çin'de, internet sıkı bir şekilde kontrol ediliyor.
İnsanlar hükûmeti eleştiremiyor, protesto
düzenleyemiyor, ayrıca Tiananmen Meydanı
Katliamı'nın kurbanlarını anmak için bir tür
emoticon paylaşmak da yasak. Merkezi olmayan
ağ ile neyin görülüp görünmeyeceğine karar
veren merci hükûmet olmayacak. İnsanlar
olacak. Bu da interneti daha demokratik kılar.

- Örneğin, Avrupa
Parlamentosu'nun önünde yeni bir yasa tasarısı
var, bir telif koruma yasası ve bu yasanın 13.
Madde'si var. Eğer yasa geçerse bütün büyük
web sitelerinin büyük şirketlerin kontrol edeceği
kurallara göre otomatik olarak içerikleri
engelleyen bir filtre uygulamaları gerekecek.
Fikir temelde telif haklarını korumak için olsa
da bu internette yaptığımız pek çok şeyi
tehlikeye atabilir: blog yazmak, eleştirmek,
tartışmak, bağlantılamak veya paylaşmak.

- Bazen bu filtreler sadece belirli içerikleri
kaldırmıyor fakat sizin bağlı olan hesaplarınızı
da kaybetmenize sebep oluyor: mail adresinizi,
belgelerinizi, resimlerinizi veya henüz
tamamlanmamış kitabınızı, ki bu yazar Denis
Cooper'ın başına geldi

- Geçen sene, Çin'in Güvenlik Seddi yarattığım
ağı engellemeye başladı. Bu hareket beni resmi
olarak hükûmet destekli internet sansürünün
düşmanı hâline getirdi.

- Bu ağı yaratmaktaki ikinci motivasyonum
endişeydi. İnternetimizin geleceğinin
kontrolümüz dışında olmasından korkuyorum.
Artan merkezileşme ve yasa tasarıları ifade
özgürlüğümüzü tehdit ediyor ve dolaylı olarak
demokrasimizi de. Benim için merkezi olmayan
bir ağ yaratmak güvenli bir liman yaratmak
demek, kuralların büyük şirketler ve politik
partiler tarafından değil, insanlar tarafından
koyulduğu bir alan.

Bir Yorum

Kullanıcılar, her ziyaret ettikleri sitenin aynı zamanda yayıncısı haline gelecek. Web Hosting şirketleri atlatılmış olacak. Buna benzer şey BitTorrent'tir. BitTorrent'te dosyalar yayınlanır, bu yöntemde internet siteleri. Artık bir merkez olmayacak. Böylece internete hükumetler müdahale edemeyecek. Anlattığı yöntemin daha özgür bir ortam oluşturacağı konusunda haklı olabilir. Ama her içerik, her ziyaretçi bilgisayara indiriliyor olduğunda, içeriğin telif haklarının korunması, iyimserliğinin aksine şimdikinden daha zor olabilir. Çünkü kullanıcı, zaten inmiş olan bir içeriğe daha rahat erişecektir açıkçası. Ayrıca kullanıcı, her ziyaret ettiği sitenin aynı zamanda yayıncısı haline gelmeye neden gönüllü olsun. İnternet bağlantısı yayın için kullanıldığında, bant genişliği dolacağı için kendi internet erişim hızı da düşecektir. Bunu neden istesin! Ve küçük siteler (örneğin bloglar) için bu yöntem kullanışlı olmayabilir. Çünkü o sitelere erişen kullanıcı sayısı zaten azdır. Ve o az kullanıcıların hepsinin bilgisayarının bazı saatlerde kapalı olma olasılığı yüksektir. Yani o saatlerde o sitenin yayını olmayacaktır! Yeni kullanıcılar o siteye ulaşamayacaktır. Belki de fikrin biraz daha olgunlaşmasını beklemek gerekiyor. :-)

25 Kasım 2018 Pazar

İnanç Meselesi - Alıntı


Ağustosta başka bir grup şişelemeci ile buluştum, bu sefer
İspanya'daydım ve bu seferkiler mutluydular. Uluslararası baş-
kan olarak lvester şişelemecileri birleştirmeyi denemişti ancak
Goizueta'yı aradıklarında geri adım atmak zorunda kalmıştı,
Almanya'da yaşadığım duruma çok benzerdi. İspanya da, aynı
Almanya gibi, çok iyi ve güçlü bir sisteme sahipti ancak büyüme
1990'larda durmuştu çünkü maliyetler ve fiyatlar çok yüksekti
ve pazara yeterince yatırım yapılmıyordu. Grup başkanı ola-
rak, İspanyol şişelemecilerle bir araya gelmiş ve ilişkiyi yeni-
den yapılandırmayı denemiştim. Zorlu ve düşmanca tavır ser-
gileyen bazı genç şişelemeciler toplantıya ellerinde bir şikâyet
listesiyle katılmışlardı, Avrupa Birliği yasalarının izin verdiği
Almanya'daki Coca-Cola şişelemecilerinden İspanya’ya yapılan
sevkiyatlar gibi. AB yasalarını çiğnememizin mümkün olmadı-
ğını söyledim. Daha sonrasında birleşmeyi tartıştık. Her şeyin
etkenlik ve etkililik ile ilgili olduğunu anlatmaya çalıştım. Eğer
kendi şişeleme haklarından vazgeçmeyi istemiyorlarsa, onlara
müşterek satınalmalar ve merkezi bir bilgisayar sistemi kurma
yoluyla maliyetleri düşürebilecekleri “virtüel çapa şişelemecisi"
olarak isimlendirilen sistemi kurmalarını önerdim. Süpermar-
ket zincirlerine ve diğer büyük müşterilere satış yaptıkları mer-
kezi bir örgütleri hâlihazırda mevcuttu, bu nedenle bahsetti-
ğim kavramı anladılar ve etkililiği nasıl artırabileceklerini ve
maliyetleri nasıl azaltabileceklerini gördüler.

Eğer bu şekilde hareket ederseniz ve maliyetleri düşürür-
seniz, yerel mülkiyetin gücünün devam ettiğini görürsünüz," de-
dim onlara. “Bu benim için tercih edilebilir bir strateji olacak-
tır." Aynı zamanda, biraz sert konuşarak, daha önce bu kadar
inancını yitirmiş bir şişelemeci grubuyla karşılaşmadığımı ve
sistemle ilgili bir tereddütleri varsa fabrikalarını satmayı dü-
şünmeleri gerektiğini söyledim.

Bunun üzerine, yaşlı şişelemeciler tartışmaya katıldılar ve
genç yöneticileri kötü polisliğe iterek iyi polis rolünü aldılar.
Önümüzdeki haftalar ve aylar boyunca diyaloğu geliştirdik ve
yerel yönetimlerle birlikte iyi çalışmalar yürüttük.

Yönetim kurulu başkanı ve CEO olduğum zaman, İspanya
Avrupa’daki Coke sisteminin en parlak yıldızıydı, bunda kesin-
likle İspanyol ekonomisindeki büyümenin ve yenilikçi bir pa-
zarlama dehası olan Marcos de Quinto’nun da büyük payı vardı.
İspanyol şişelemecilerle çok iyi ilişkiler ve arkadaşlıklar kur-
muştum. Bir franchise sisteminin nasıl olması ve çalışması ge-
rektiğinin çok iyi bir örneğini teşkil ediyorlardı. Üst üste birkaç
yıl en iyi ilk üçte yer almayı başaran İspanya 2007'de dünya-
daki en iyi ülke olarak Woodruff Ödülü'ne hak kazandığında
çok etkilenmiştim.
Neville Isdell

Bazen yapılan işe inanç kalmaz. Bu yüzden işi geliştirmek, yeni yatırımlar yapmak, boşa çabalamak gibi hissettirir. Motivasyon biter. Bir şeylerin değişebileceğine inandırılması yeniden harekete geçirebilir, isteklendirir. Ya da en azından, belki gerçekten de bu işi artık istenmediğiyle yüzleştirilmesi sağlanmış olur. Neville Isdell İspanyol şişelemecilerle iyi bir iletişimi sağlamış görünüyor. Yeniden motivasyon oluyorlar. Etkinliklerini artırıyorlar. Ve, evet; Bu şişelemeciler iyi bir başarı elde ediyorlar!

11 Kasım 2018 Pazar

Gizli Formül - Alıntı


Coca-Cola Güney Afrika'yı Apartheid nedeniyle terk etmişti.
Orta Doğu'dan ürünlerimizi İsrail'e sattığımız için kovul-
muştuk. Hindistan’dan ise tamamen farklı bir nedenden dolayı
ayrıldık: gizli formül.

1977'de yeni seçilmiş Hindistan hükümeti Hintli bir şirket ile
ortaklık kurmamızı ve gizli formülü açıklamamızı talep etmişti.
Reddetmiştik. Daha sonra çantalarımızı topladık ve dünyanın
en kalabalık ikinci ülkesini terk ettik. Gizli formülün bir pazar-
lama mitinden başka bir şey olmadığına inananlar için, Hindis-
tan bir ders olmalı. Gizli formülümüzü savunmak için bir milyar
insanın yaşadığı bir pazardan yürüyüp gittik, aynı IBM'in kay-
nak kodunu ifşa etmeyi reddettikten sonra yaptığı gibi.

Neville Isdell

İnsanlara markası gözükmeyecek şekilde birer yudum kola içiriliyor ve hangisini beğendikleri soruluyor. Yanıtlar noter huzurunda kaydediliyor. Sonuçlar ilginç. %59 oranında Pepsi’nin daha çok tercih edildiği görünüyor. Ama! Markayı bilerek içtikleri durumda Coca-Cola'yı tercih ediyorlar; Pazar payından kolayca anlaşılıyor yani. Çünkü insanlar Coca-Cola'yla güçlü bir bağ kurmuş durumda. Önemli olan da bunu başarmaktı zaten. :-) Ayrıntılar burada.

Elbette formülün gizliliğinin korunmak istenmesi gayet anlaşılır bir şey. Yine de, aynı zamanda bir pazarlama miti olarak kullanılmadığından da emin olunamaz açıkçası. :-) Bir gizem ve bağ kurma aracı neden olmasın. :-)

5 Kasım 2018 Pazartesi

Neden robotlara karşı duygusal bir bağımız var - Konferans


Ahlâk bilimci Kate Darling, duygu hisseden
robotlar geliştirmekten çok uzak olduğumuzu
fakat bizim onlara karşı hislerimiz olduğunu ve
bu tür bir içgüdünün de sonuçları olabileceğini
söylüyor. Niyetimizi ve hayatımızı makinelere
yansıtmanın nasıl biyolojik olarak içimize
işlendiğine ve onların da bizim kendimizi daha
iyi anlamamıza nasıl yardım edebileceklerini
daha fazla öğrenin.

- Washington Post 2007'de Birleşik Devletler
ordusunun kara mayınlarını etkisiz hâle getiren
robotu test ettiğini yazdı. Robotun çalışma şekli
ise şöyle, bir çubuk böcek şeklindeydi bir mayın
tarlasında bacakları üstünde yürüyor ve her
mayına bastığında bacaklardan biri havaya
uçuyor ve daha çok mayının imhası için
bacakları üzerinde ilerliyordu. Tatbikatın
başında olan albay ise tatbikatın iptalini
isteyivermiş çünkü zarar görmüş robotun mayın
tarlasında kendini çekiştirmesini izlemenin çok
insanlık dışı olduğunu söylemiş. Katılaşmış bir
askeri memurun ve benim gibi birisinin
robotlara karşı böyle bir tepki vermesine sebep
olan şey nedir?

- Araştırma bunu Roomba elektrikli
süpürgesi gibi en basit ev aletiyle dahi
yaptığımızı gösteriyor.
(Kahkaha)
Yeri temizlemek için etrafta dolanan bir disk.
Kendi kendine etrafta dolanmasından dolayı da
insanların ona Roomba demesine yol açıyor, bu
yüzden Roomba koltuğun altına sıkıştığında
kötü hissediyorlar.
(Kahkaha)

- Tarih boyunca da, bazı
hayvanlara araç veya mal gibi davranırken
bazılarınaysa nazikçe davranıp toplum
içerisinde arkadaşlarımız olarak yer verdik.
Bence robotlarla da benzer şekillerde entegre
olmak gayet akla yatkın.
Tabii ki hayvanlar canlı. Robotlarsa değil.
Robotlarla çalıştığımdan ötürü herhangi bir şeyi
hissedebileceklerini geliştirmekten çok uzak
olduğumuzu söyleyebilirim. Ama onlar yerine
hissediyoruz, önemli olan bu.

- Zaten harika
kullanılan vakaları görüyoruz. Mesela,
robotların daha önce görmediğimiz şekilde
otistik çocuklarla ilgilendiğini veya
öğretmenlerle çalışan robotların çocuklarla
uğraşırken yeni sonuçlar aldığını görüyoruz.
Sadece çocuklar da değil. Önceki çalışmalar,
robotların sağlık alanında doktor ve hastalara
yardımlarını gösteriyor.

- Bu yavru
dinazor robotla edindiğim ilk deneyiminden
birkaç yıl sonra arkadaşım Hannes Gassert ile
bir workshop yaptık. Bu beş bebek dinazoru
aldık ve beş takıma ayrılan insanlara verdik.
İsimlendirmelerini daha sonrasında
oynamalarını ve bir saat kadar etkileşimde
olmalarını istedik. Üstelik, bir çekiç ve balta
çıkardık robotlara işkence edip öldürmelerini
istedik.
(Kahkaha)
Beklediğimizden biraz daha dramatik olduğunu
gördük çünkü katılımcılardan hiçbiri yavru
dinazorlara biraz olsa bile saldırmadı bu yüzden
de biraz doğaçlama yapmak zorunda kaldık ve
şöyle dedik "Başka takımın robotunu yok ederek
kendinizinkini kurtarabilirsiniz."
(Kahkaha)
Bu bile işe yaramadı. Yapamadılar. Son olarak
da "Biri baltayı vurmazsa tüm robotları yok
edeceğiz." dedik. Biri ayağa kalktı, baltayı aldı.
Baltayı aşağı, robotun ensesine indirince de tüm
oda ürktü. Bu günahkâr robot için odada yarı
şaka yarı ciddi bir sessizlik oluştu.
(Kahkaha)

- Ama
bu soruya cevabın insan davranışlarını, sosyal
normları etkileme potansiyeli var. Hayvani
gaddarlık kurallarına benzer şekilde belli
robotlarla ne yapıp yapamayacağımıza dair
kuralları etkileme potansiyeli var. Çünkü
robotlar hissedemeseler dahi onlara karşı
davranışlarımız bizim için önemlidir.
Kurallarımızı değiştirip değiştirmememize
bakmaksızın robotlar kendimiz hakkında yeni
bir anlayışa varmamıza yardım edebilirler.

- Çünkü bir çocuk Roomba'ya karşı
nazik olduğunda, bir asker harp meydanındaki
bir robotun hayatını kurtarmaya çalıştığında
veya bir grup insan bir yavru robot dinazora
zarar vermeyi reddettiğinde robotların yalnızca
motor, eşya veya algoritma olmadığını görürüz.
Onlar insanlığımızın yansımalarıdır.

Aslında bazı insanların nazik davrandıkları sadece robotlar değildir. Bilgisayarına veya başka bir çok sık kullandığı aygıtına da çok nazik davranırlar. Hatta muhtemelen bilgisayarın Windows adını, sevdiği bir roman karakterinin adını vermişlerdir. Bu insanlar, o aygıtlarını yıllarca kullanabilmeyi umarlar. Elbette 1-2 yılda bir telefon ya da bilgisayarını değiştiren insanlar böyle bir bağ hissetmezler. Bu yüzden nazik olmaya gerek de duymazlar.

22 Ekim 2018 Pazartesi

Luhan Yang: Organ nakli beklerken hastaların ölmediği bir dünya nasıl yaratılır - Konferans


(Domuz vücudunda insan organı yetiştirilecek. Önce, insana zarar verecek PERV virüsünden arındırılması gerekiyordu. Böylece domuz, insan için uygun hale getirilmiş olacak. Sonunda bu başarılmış. Ama heyecanlanmak çok erken görünüyor.)

Neredeyse yarım yüzyıldır, bilim insanları
hayvan organlarını insan bedenine nakletmek
üzerinde çalışıyorlar. Bu, binlerce insan için
hayat kurtarıcı bir organ bağışı olabilir. Ama
domuzlardaki PERV virüsünün insana geçmesi
tehlikesi her zaman göze alınmış ve hatta
araştırmaları bile durdurmuş. Bu muhteşem
konuşmasında Luhan Yang bir çözüm dile
getiriyor: Gen düzenlemesi yapan CRISPR
teknolojisi kullanarak ekibiyle birlikte virüs
taşımayan domuz yarattı. Bu buluş domuzlarda
insana nakledilebilen organların yetiştirilmesini
mümkün kılabilir. Sınırları aşan bilim ve onun
organ yetmezliğine yardımı hakkında daha fazla
şey öğrenin.

- Bir biyolog ve genetikçi olarak bu problemi
çözmeye yardım etmek benim görevim haline
geldi. Bugün, umutla söylemeliyim ki Laika
sayesinde bu yolda ilerleme katediyoruz. Gen
düzenleme teknolojisi kullanarak insanlara
nakledilebilen organları güvenle domuzların
içinde yetiştirmek artık çok uzak bir gelecek
değil.

- Neden domuz
organları diye sorabilirsiniz? Çünkü bazı
domuzlar bizlerle aynı boyut ve fizyolojiye
sahip olan organlar taşıyorlar.

- Doğayı seviyorum. Bir uzmanlık alanı
seçeceğim zaman Pekin'de Peking
Üniversitesi'nde Biyoloji bölümünü seçtim.
Ama daha çok öğrendikçe daha çok soru
sordum. Nasıl olur da genetik yapımız
hayvanlarınkine çok yakın olduğu halde
onlardan çok daha farklıyız? Bağışıklık
sistemimiz nasıl birçok patojenle savaşmasına
rağmen kendimize saldırmayacak kadar akıllı
olabiliyor? Bu sorular bana işkence veriyordu.
Kulağa can sıkıcı gibi gelse de sonuçta bir bilim
insanıyım.

- 2008 yılında, Harvard
Üniversitesi'ne doktora için kabul edilme
şansına eriştim ve Dr. George Church'le birlikte
çalıştım. Onun laboratuvarında çalışırken
memeli hayvanların genetik yapısını öğrendim
ve test ettim. Tüm deneyler arasında, bir tanesi
beni Laika'ya götürdü. 2013 yılında,
meslektaşlarımla birlikte CRISPR teknolojisini
kullanarak insan hücrelerinde bazı değişimler
yaptık. DNA değişimi konusunda böyle bir
aracın başarıyla kullanımını gerçekleştiren ilk
iki gruptan biriydik. Bilim keşfi için heyecanlı
anlardı.

- Gen düzenleme aracı olan CRISPR'ın
iki kompononenti var. Enzim CRISPR isimli bir
makas ve RNA rehberi dediğimiz bir şey. Bunu
mikroskoplu genetik bir makas gibi düşünün.
RNA mikroskoplu rehber makası kesmek
istediğimiz yere getiriyor ve "şurayı kes" diyor,
Enzim CRISPR ise DNA'yı bizim istediğimiz
gibi kesip tamir ediyor.

- İlk önce domuz hücrelerini virüslerden
temizledik ve bağışıklık sistemimize uyumlu
yaptık. O hücrenin çekirdeği yeniden domuz
yumurtasına nakledildi ve embriyoya dönüşmesi
sağlandı. Ortaya çıkan embriyo sonra taşıyıcı
annenin rahmine yerleştirildi ve bir domuza
dönüşmesi sağlandı. Aslında bu bir klonlama
işlemi. Yavru domuz yeni organlar taşıyacak,
çok büyük ihtimalle bağışıklık sistemimiz onları
reddetmeyecek.

- Laika'ya,
Dünya'nın yörüngesini dolaşan ilk hayvan olan
Sovyet köpeğin ismini verdik. Umut ediyoruz ki
Laika ve kardeşleri bizleri bilimin ve tıbbın yeni
sınırlarına götürecek.

Chris Anderson: Bunun için heyecanla bekleyen birçok
insan var, potansiyeliniz olağanüstü. Buna karşı
çıkıp şöyle söyleyenler olacak, "Domuz çok
tatlı. İnsanlar kendi yararları için bu tatlılıkları
kullanmamalı." Buna bir cevabınız var mı?
Luhan Yang: Elbette. Düşünün, bir domuz sekiz insan
hayatını kurtarıyor. Ek olarak, insanlarda olduğu
gibi, eğer domuzun bir böbreğini alırsak o hala
yaşamaya devam edebilir, bu problemlere karşı
düşünceliyiz ama bence maksadımız hastaların
ve onların ailelerinin henüz görülmemiş
ihtiyaçlarını karşılamak.
CA: Ayrıca bunu size domuz eti yiyenler
söylemez, doğru mu?
LY: Kesinlikle.

Rakipten Bilgi Alabilmek - Alıntı

Zaman zaman kullandığım strateji geliştirme yöntemlerin-
den birisi, sektöre rakibimizin objektifinden bakmaktı. Manila
Intercontinental Hotel’de üst yönetimi bir strateji oturumuna
davet etmiştim. Pepsi posterleri ile dekore edilmiş bir odaya
girdiler. İçmeleri için buz gibi Pepsi'ler ve giymeleri için Pepsi
tişörtleri hazırlatmıştım. Kesinlikle çok şaşırmışlardı. Sonra-
sında Coca-Cola sistemindeki zayıflıkları saptamak ve liderli-
ğimizi sürdürmek için bir strateji geliştirmek üzere tüm gün
sürecek bir oturumu yönettim. Bu tür bir toplantıda insanla-
rın kendilerini rahat hissetmeleri yaklaşık yarım saat alır, fa-
kat yarım saat geçince her şey yerli yerine oturur ve çalışanlar
hatalı ve güçlü yönleriyle ilgili tamamen dürüst bir değerlen-
dirme yapmaya başlarlar. Takip eden günlerde elde edilen ve-
rileri yorumlamak daha iyi iş stratejileri geliştirmeye yardımcı
olur. Bu toplantılardaki insanların acımasız dürüstlüğünü ve
doğal olarak itiraf etmekte isteksiz oldukları gizli kusurların
açığa çıkmasını görmek inanılmazdır.

Neville Isdell

Buradan çıkarılabilecek diğer ders de şudur. Rakip şirketteki insanlarla bir samimiyet kurmak insani olabilir. Ama mümkün olduğunca genel konuları kapsamalıdır. Samimiliğe, işinin ayrıntılarının dahil edilmesine izin vermemelisin. Çünkü verdiğin bilgiler için duyulmamış gibi yapılmayacaktır. Rakip, avantajına olacak bilgileri kullanacaktır. :-) Ne kadar samimi bir ortam oluşursa oluşsun, örneğin Coca-Cola'dan hiç kimse gizli formülden bahsetmek istemez; Sen de iş konusuyla ilgili ağzından çıkacak her söze dikkat etmelisin. :-)

18 Ekim 2018 Perşembe

Düşüncenin Dili - Alıntı

DÜŞÜNCENİN DİLİ

Rüyalar aşırı yüklenmiş beyin için bir güvenlik kapakçığıdır.
SIGMUND FREUD, Rüyaların Yorumu, 1911
Beyin onun sayesinde düşündüğümüzü düşündüğümüz bir aparattır.
AMBROSE BIERCE, Şeytanın Sözlüğü

Neokorteksin çalışma yollarıyla ilgili şimdiye kadar öğrendiklerimizi özetlemek için 35-40. sayfalardaki neokortikal şekil tanıma modülü diyagramlarına bakabilirsiniz.

a) Dendritler şekli temsil eden modüle giriş yaparlar. Şekiller iki ya da üç boyutlu gibi görünse de tek boyutlu sinyal dizisiyle temsil edilirler. Şekil, şekil tanıyıcının şekli tanıyabilmesi için bu (ardışık) sırayla var olmalıdır. Dendritlerin her biri eninde sonunda daha alt kavramsal basamaklarda bulunan, alt basamakta bu şekli oluşturan şekillerden birini tanımış, bir ya da daha fazla şekil tanıyıcı aksonuyla bağlantı kurar. Girdi şekillerinin her biri için alt basamaktaki birçok şekil tanıyıcı, daha alt basamaktaki şekilleri tanıdığı sinyalini oluşturabilir. Şekli tanımak için gerekli olan eşik değeri, tüm girdi sinyalleri ulaşmamış olsa dahi aşılabilir. Modül sorumlu olduğu şeklin var olma olasılığını hesaplar. Bu hesaplama “önem” ve boyut” parametrelerini dikkate alır (aşağıda [f] maddesine bakabilirsiniz).
Bazı dendritlerin modülün içine, bazılarının da modülden dışarıya sinyal ilettiğini unutmayalım. Eğer birkaç tanesinin dışında tüm girdi dendritleri bu şekil tanıyıcıya alt basamaklarındaki şekillerin tanındığı sinyalini gönderirse bu şekil tanıyıcı aşağıdaki şekil tanıyıcıya ya da şekil tanıyıcılara alt basamak şekillerinin henüz tanınmadığını sinyalleyerek yüksek bir ihtimalle bu şeklin yakın zamanda tanınacağını ve alt basamak şekil tanıyıcısının ya da tanıyıcılarının tetikte olması gerektiğini belirtir.

b) Bu şekil tanıyıcı (girdi dendrit sinyallerinin tümünün ya da çoğunun aktive olmasına bağlı olarak) şeklini tanıdığında bu şekil tanıyıcının aksonu (çıktısı) aktifleşir. Böylece, bu akson girdi işlevi göreceği, birçok yüksek basamak şekil tanıyıcıya bağlanan bütün dendrit ağına bağlanır. Bu sinyal, büyüklük bilgisini iletir ve bu şekilde bir sonraki kavramsal basamakta bulunan şekil tanıyıcılar bu bilgiyi dikkate alır.

c) Yüksek basamaklardaki bir şekil tanıyıcı onu oluşturan şekillerin kendisinin temsil ettiği şekil hariç tümünden ya da çoğundan pozitif sinyal alıyorsa bu yüksek basamak tanıyıcı sinyal alamadığı tanıyıcıya sinyal gönderip temsil ettiği şekli beklediğini söyleyebilir. Böyle bir sinyali alan tanıyıcı bazı girdileri mevcut değilse ya da anlaşılmıyorsa bile eşik değerini düşürerek aksonuna sinyal gönderme olasılığını artırır.

d) Aşağıdan gelen engelleyici sinyaller şekil tanıyıcının şeklini tanıma ihtimalini azaltır. Bu durum bahsettiğimiz şekil tanıyıcıyla ilişkilendirilmiş şeklin alt basamaktan tanınmış şekillerle tutarlı olmamasından kaynaklanabilir (örneğin bir bıyığın alt basamaktaki bir tanıyıcı tarafından tanınması görüntüdeki kişinin “kadın” olması ihtimalini düşürür).

e) Yukarıdan gelen engelleyici sinyaller de şekil tanıyıcının şekli tanıma olasılığını düşürür. Bu durum, yüksek basamaktaki bir kavram için şeklin ilişkilendirildiği tanıyıcıyla tutarsız olmasından kaynaklanabilir.
(Buna da ben örnek vereyim: Yukarıdaki şekil tanıyıcı, karşısındaki kişinin kadın olduğuna çoktan karar vermiş olsun. Alt basamaktaki bir şekil tanıyıcının, bir şeyi bıyığa benzetmeye başladığını varsayalım. Bu durumda, yukarıdaki şekil tanıyıcı, alttaki şekil tanıyıcıyı baskılar. Aşağıya engelleyici sinyal gönderir. Alt basamaktaki şekil tanıyıcının, şekli tanıma ihtimalini azaltır.)


f) Her bir girdi için önem, tahmini boyut ve boyutun tahmini çeşitliliği gibi depolanan parametreler vardır. Modül bu parametreleri temel alarak genel bir olasılık hesaplar, var olan girdileri belirten o anki sinyalleri ve bu sinyallerin büyüklüğünü hesap eder. Bunu matematiksel olarak ideal bir şekilde başarmanın yolu “gizli Markov modeli” tekniğidir. Böyle modeller bir hiyerarşide düzenlendiğinde (neokortekste olduğu gibi ya da neokorteksi simüle etme girişimlerinde olduğu gibi) buna hiyerarşik gizli Markov modeli deriz.

Neokortekste tetiklenen şekiller diğer şekilleri tetikler. Kısmen tamamlanmış şekiller, kavramsal hiyerarşinin aşağılarına sinyaller gönderir; tamamlanmış şekiller kavramsal hiyerarşinin yukarılarına sinyaller gönderir. Bu neokortikal şekiller düşünmenin dilidir. Aynı dil gibi hiyerarşiklerdir fakat aslında dil değillerdir. Düşüncelerimiz birincil olarak dil elementleri olarak kavranmaz, dil de neokorteksimizde şekiller hiyerarşisi şeklinde bulunuyor olsa bile yalnızca dili temel alan düşüncelere sahip olabiliriz. Ancak çoğu zaman düşünceler bu neokortikal şekillerle temsil edilir.

Yukarıda açıkladığım gibi, eğer bir kişinin neokorteksindeki şekil aktivasyonlarını ortaya çıkarabilseydik aktive edilmiş şekillerin altında ve üstünde yer alan bütün şekil hiyerarşisi olmadan bu aktivasyonların ne anlam ifade ettiğiyle ilgili çok ufak bir fikrimiz olurdu. Bu da aşağı yukarı bir insanın bütün neokorteksine erişim gerektirir. Düşüncelerimizin içeriğini anlamak bizim için yeterince zorken bir başka insanınkini anlamak kendimizinkinden farklı olan bir neokorteks üzerinde uzmanlaşmayı gerektirirdi. Elbette henüz bir başkasının neokorteksine erişimimiz yok, bunun yerine bu kişinin kendi düşüncelerini dile (bununla birlikte el kol hareketleri gibi daha başka şeylere de) dökme girişimlerine güvenmemiz gerekiyor. İnsanların bu iletişim görevlerini başarmadaki eksik becerileri bir başka karmaşıklık tabakası daha ekliyor - hiç şüphesiz birbirimizi ne kadar doğru anlıyorsak bir o kadar da yanlış anlarız.

İki çeşit düşünme tarzımız var. Biri yönlendirilmeyen düşünce, yani düşüncelerin mantık dışı bir şekilde bir diğerini tetiklemesi. Bir iş yaparken, örneğin toprak tırmıklamak ya da yolda yürümek, ani bir şekilde yıllar ya da on yıllar öncesinden anı hatırlamaya başladığımızda deneyimi geri çağırırız çünkü tüm anılar bir şekil sekansıdır. Daha geniş çaplı bir hikâye koleksiyonunu oluşturmamızı sağlayan bir sürü başka hikâye hatırlamadan ani bir şekilde bir sahneyi görsel hâle getiremeyiz. Eğer sahneyi bu şekilde görselleştirebilirsek aslında sahneyi hatırlama zamanlarından kalma ipuçlarıyla zihnimizde yaratıyoruzdur; anının kendisi görüntü olarak ya da görsel olarak saklanmaz. Daha önce bahsettiğim gibi, bir düşüncenin aklımıza gelmesini sağlayan tetikleyiciler belirli ya da belirsiz olabilir. Alâkalı düşünce dizisi hemen unutulmuş olabilir. Düşünce dizisini hatırlasak bile bu dizi, doğrusal olmayan ilişkiler devresi gibidir.

İkinci düşünme tarzımız ise yönlendirilen düşünmedir, bu düşünme tarzını bir problemi çözme girişiminde bulunduğumuzda ya da düzenli bir cevap formüle ettiğimizde kullanırız. Örneğin, birine söylemeyi düşündüğümüz bir şeyi zihnimizde prova ediyor olabiliriz ya da yazmak istediğimiz bir paragrafı (belki de zihin üzerine yazdığımız bir kitap için) formüle ediyor da olabiliriz. Bunlar gibi görevleri düşündüğümüzde her bir işi hemen küçük iş parçalarına ayırır ve bir hiyerarşi oluştururuz. Bir kitap yazmak, örneğin, bölümleri yazmayı içerir; her bölüm kendi içinde parçalardan oluşur; her parça paragraflardan; her paragraf bir düşünceyi anlatan cümlelerden oluşur; her düşünce bir grup elementten oluşur; bu elementler ve elementler arasındaki ilişkiler açıkça ifade edilebilmesi gereken fikirler içerir vb. Aynı zamanda neokortikal yapılarımız izlenmesi gereken belirli kuralları öğrenmiştir. Eğer görev yazmak ise gereksiz tekrarları önlememiz gerekir; okuyucunun yazılan şeyi takip edebildiğinden emin olmalıyız; dilbilgisi kurallarına ve yazı stili kurallarına uymamız gerekir vs. Dolayısıyla yazar zihninde bir okur modeli inşa etmelidir ve bu inşa da hiyerarşik olmalıdır. Yönlendirilen düşünmeyi uygularken neokorteksimizdeki listelere doğru adım atıyoruz, bu listelerin her biri geniş alt liste hiyerarşilerine uzanır ve her biri kendi değerlendirmelerini göz önünde tutar. Neokortikal şekildeki liste elementlerinin koşulları içerdiğini de akılda tutmalıyız, bu sayede sonradan gelen düşüncelerimiz ve hareketlerimiz, bizler bu süreçte giderken yapılan değerlendirmelere bağlı olacak.

Dahası, bunun gibi her yönlendirilmiş düşünce, yönlendirilmemiş düşünce hiyerarşilerini tetikler. Devam eden, uzun uzadıya düşünme fırtınası hem duyusal deneyimlerimize hem de yönlendirilmiş düşünme girişimlerimize katılır. Bu tetiklenen şekillerin şimşek fırtınalarından oluşan gerçek zihin deneyimlerimiz karmaşık ve dağınıktır hatta saniyede yaklaşık yüz kere değişir.

Bir Zihin Yaratmak


Düşünmek, şekil tanıma hiyerarşisiyle mümkün oluyor. Nasıl çalıştığını bu bölümde güzel anlatmış Ray Kurzweil. Bu nedenle burada alıntılamak istedim. Örneğin Siri bu şekilde kullanıcıyı anlıyor. Ve araba plakalarını okuyabilen sistemler, bazı sitelerin girişlerinde kullanılabilecek kadar ucuzlamış durumda. Kitaptaki sayfaları da OCR yazılımları harfleri tanıyıp metine dönüştürüyor, yapay sinir ağı sayesinde. Yukarıdaki kitap alıntısını, tarayıcının kendi yazılımı kullanarak metne dönüştürmedim. Bunun yerine çevrim içi OCR hizmetleri kullandım. Neden? Çünkü tarayıcının bilgisayara kurulu yazılımı sabittir. Pek yeni şeyler öğrenmesi beklenmez. Çevrim içi OCR hizmetini binlerce kişi kullanmaktadır. Yani daha çok çeşitte belgeyle karşılaşır. Daha çok alıştırma yapmış olur. Dolayısıyla daha çok şey öğrenir. Harfleri daha iyi anlayacağını düşündüm. Düşündüğüm gibi de oldu. Tarayıcının kendi yazılımı, bir sürü harfi yanlış tanımasına rağmen çevrim içi OCR hizmeti sevindirdi. Sadece 6 harfi yanlış tanıdı. Çıkarılan metindeki hatalı tanınan harfleri düzelttikten sonra kullanıcı, formu geri gönderebilseydi, yapay sinir ağının öğrenmesine nasıl bir katkısı olacağını insan merak ediyor. Alıntıyı metine dönüştürmek için https://www.newocr.com denendi.

13 Ekim 2018 Cumartesi

Gübre - Sahne



Richard ve Jared internet projelerini anlatmak için Bloomberg'e davet edilirler.

...
Richard: Size reklam satmayacağız, bilgilerinizi asla toplayıp satmayacağız...
Ve Gavin Belson gibi insanlar bundan kâr sağlayamayacak!
...
Sunucu: Şimdi Jared'tan Fareli Köyün Kavalcısı'nın CIO'su; Büyük duyuruyu yaparken aklında en çok ne var?
Jared: Benim mi?
Sunucu: Evet, senin Jared?
Jared: Gübre! :-)
Sunucu: Efendim!

Saatler sonra program televizyonda yayınlanır.


Dinesh: Hey Jared ilk kez Emily Chang'e çıktın ha.
Jared: O zaman çıkıyorum...
Dinesh: Ne? İzlemeyecek misin yani?
Jared: Hayır, hayır yok. Onu yeniden yaşamama gerek yok. Hem zaten ömür boyu kendimi görmekten bıkmıştım. Manevi annemin dediği gibi; “Donald, senin suratını göstermemek lazım”. :-)
...
Sunucu: ...Bugün sizin için büyük bir gün. Yeni internetiniz hakkında bilgi verir misiniz?
Jared: Gübre!
Sunucu: Efendim?
(Richard: Ov; Bu garip. Yani doğrudan Jared'e geçmişler.) :-)
Jared: Şey aa. Herhalde Londra'daki 1894 büyük gübre krizini bilirsiniz?
Sunucu: Maalesef bilmiyorum.
Jared: 1890'larda sanayi devriminde insanlar şehirlere göç etmiş.
Ve daha çok insan eşittir daha çok at,
daha çok at eşittir gübre.
Ve tahminlere göre bir sonraki yüzyılın ortalarında,
sokaklarda 3 metre gübre olacaktı.
Ama kimse bu endişeleri yok edecek yeni bir teknolojiyi tahmin edemedi.
Araba!
Bir gecede gübre sorunu ortadan kalktı.
Ve şuanda bildiğimiz internet kimlik hırsızlığı, istenmeyen posta ve korsanlarla dolu...
Yani gübre!
Ve bize göre başarılı olursa yeni ve tamamen merkez dışı bir internet araba kadar önemli olacak!
...

Bir Yorum

Evet, güzel bir sahne. İnternetin genel durumunun yanısıra Google da hicvedilmiş. :-) Peki umut edilen internet ne kadar gerçekçi. Temiz, reklamsız bir internet mümkün mü? Biraz kurcalayalım.

On dokuzuncu yüzyılda insanlar şehirlere göç etmeye başladı. Daha çok insan eşittir daha çok at, daha çok at eşittir daha çok gübre. Bir sonraki yüzyılda şehirlerde 3 metre gübre birikeceği tahmin ediliyordu. Ama 19. yüzyıl insanının hayal edemeyeceği bir şey oldu. Araba icat edildi. Gübre sorununu kökten çözdü. İnternet reklamla doldu. Televizyon yayınları ücretsizdir. İnsanlar para vermeden izler. Peki televizyon kanalları nasıl finanse edilir. Reklam verenlerden para sağlar. Reklamla finans modeli 60-70 yıldır var. Daha doğrusu, televizyondan önce de vardı. Gazeteler de reklamdan gelir sağlıyordu. Yani reklamlar, internette keşfedilmedi. Bir arama motoru sadece iki şekilde finanse edilebilir. Ya kullanıcılar para verecek, ya reklam verenler. İnsanların bir kısmı şifreli TV yayınları için parayı gözden çıkarabilir. Reklamsız ve daha kaliteli yayın izlerler. Ama internette dolaşmak için para vermeye alışkın değillerdir. Her siteyi hemen kolayca gezebilmek isterler. Dolayısıyla reklam verenlerden gelir sağlanacaktır. Yani, zaten hep var olan bir reklamla finans modelini değiştirebilecek, nasıl araba gibi bir mucize olabilirki!

Her bilgisayarda Windows'a rastlanıldığından Microsoft dayatmacı görülürdü. - Lenovo'nun Windows'lu modelleri var ve Windows'suz modelleri de vardır. Yani her bilgisayarda dayatılmıyordu, ama kullanıcılar Windows'u arıyordu, günümüzde de telefonlarda Android'i aradıkları gibi. - Zaman gerçekten çok ilerlemiş. Artık Microsoft bu konularda hatırlanmıyor, tehdit olarak akla ilk gelen şirket değil. Google göze batıyor artık. Kişisel verilerimizi topluyor, arama geçmişimizi kaydediyor. Reklam verenlere satıyor. Ve birçok sitede kişiye özel reklamlar yayınlatıyor. Çeşitli sitelerde, hep Google'da aradığımız ürünlerle ilgili reklamlar görüyor olmamızın nedeni bu.

Temiz internet gibi yeni bir internet benzetmesine en yakın aday belki DuckDuckGo olabilir. DDG kullanıcıların aramalarını kaydetmez, dolayısıyla bir sürü sitede kişiye özel reklam yayınlamaz. Ama aslında bu büyük gelirden mahrum kalır, Google'n aksine. Bu yüzden servislerini çeşitlendiremeyecektir. Haritalar, e-postalar, çeviri, bulut depolama, doküman düzenleme gibi hizmetleri vermeye parası yetmez. DDG çoğunlukla Yandex'in altyapısını kullanıyor. Neden? Çünkü aşırı miktarda çok olan web sitelerini indeksleyebilmek için çok sayıda sunucu bilgisayar almaya gücü yetmez maalesef. Ama yıllar geçer; DDG bir şekilde biraz daha büyüme fırsatı bulursa, eminim artık o da insanların gözüne batmaya başlayacaktır artık.

AdBlock gibi reklam engelleyici uygulamalar var. Google reklamlarını da kolayca engelliyorlar. Bu uygulamalar zamanla yaygınlaşabilir. O zaman Google'in kişisel verilerimizi toplamasının bir anlamı kalmaz. Çünkü kullanıcı, ilgili reklamları zaten görmeyecektir. Ve Google da sitelerde reklam yayınlamaktan sağladığı büyük gelirden mahrum kalır, tıpkı DDG gibi. Google'n bu sorunla nasıl baş edeceği merak konusudur. Üstelik bu uygulamalar, Google Chrome'da eklenti olarak çalışabiliyorlar, ironik bir şekilde.

İnsanlar, aramayı, e-postaları, haritaları, doküman düzenlemeyi, çeviri hizmetlerini bedava olduğu için kullanıyorlar. Ücretli olduğunu gördüklerinde alternatiflerine kaçarlar. Dolayısıyla geriye tek bir finans yöntemi kalıyor. O da reklam verenlerdir. Ama belki bu hizmetleri, Microsoft ücretsiz ve reklamsız vermek isteyebilir. Kullanıcıların arama geçmişini ve kişisel verilerini kaydetmez. Çünkü Microsoft için Google ciddi bir rakibe dönüştü. Bu strateji bir üstünlük sağlayabilir. Kullanıcılara sempatik gelebilir. Peki Microsoft bu işi nasıl finanse edecek. Elbette Windows'tan sağladığı parayla. Bu durumda temiz interneti kullanıcılar finanse etmiş olur, her yeni bilgisayar aldıklarında. Ama bu hizmetler, sadece Windows kullanıcılarına özel olacaktır. Diğer kullanıcılar, aynı hizmetleri kullanabilmek için yine kişisel bilgilerinin toplanmasına ve reklama göz yummak durumunda kalacaktır.

Ama bir gerçek de şu: İnsanlar nasıl alışırlarsa öyle devam ederler. Bilgisayarlarında Windows'a alıştılar, arama yapmak için Google'a alıştılar. Muhtemelen böyle devam edecektir. İnsanların çoğu kişisel verilerinin toplanmasını sorun etmiyor görünüyor.

6 Ekim 2018 Cumartesi

Ney Bilinçlidir - Alıntı


İngiliz filozof Colin McGinn (1950 doğumlu) tartışırken "bilinçlilik en titiz düşünürü bile boşboğaz anlamsızlığa indirgeyebilir" yazar. Bunun sebebi insanların genellikle konuyla ilgili üzerine düşünülmemiş ve tutarsız fikirlerinin olmasıdır.

Çoğu gözlemci bilinçliliği bir çeşit performans olarak düşünür - örneğin, kendini yansıtma kapasitesi ya da kendi düşüncelerini anlama ve açıklama becerisi. Bunu kişinin kendi düşünmesini düşünebilmesi olarak tanımlayabilirim. Tahminen, bu beceriyi değerlendirmek için bir yol bulabilir ve sonra bu testi bilinçli şeyleri bilinçsiz şeylerden ayırmak için kullanırız.

Bununla birlikte, bu yaklaşımı uygulamaya çalışırken hemencecik başımız derde girer. Bebek bilinçli midir? Bir köpek? Bunlar kendi düşünme süreçlerini tanımlamada çok iyi değiller. Bazı insanlar bebekler ve köpeklerin tam da kendilerini anlatamadıkları için bilinçli olduklarını düşünüyorlar. Peki Watson olarak bilinen bilgisayara ne demeli? Watson verdiği bir cevaba nasıl ulaştığını gerçekten anlatan bir moda sokulabiliyor. kendi düşüncesinin bir modelini içerdiği için, bebekler ve köpekler bilinçli değilken Watson bilinçli midir?
...
Kendi görüşüm, ki bu belki de panprotopsikeizmin bir alt okuludur, bilinçliliğin karmaşık fiziksel bir sistemin boy gösteren bir özelliği olduğudur. Bu görüşte bir köpek de bilinçlidir fakat bir insandan daha az bilinçlidir. Bir karınca bir seviye bilinçliliğe sahiptir fakat bu bilinç seviyesi köpeğinkinden daha azdır. karınca kolonisinin ise bir karıncadan daha yüksek bir bilinçlilik seviyesinde olduğunu söyleyebiliriz; koloni tabii ki yalnız bir karıncadan daha zekidir. Bu hesaba göre, insan beyninin karmaşasını başarılı bir şekilde taklit edecek bir bilgisayar ayrıca insanda var olan bilinçlilik seviyesinin aynısına da sahip olabilirdi.
...
Dolayısıyla ben, duygusal tepkilerinde bilinçli kişiler kadar inandırıcı olup biyolojik olmayan varlıkları kabul edeceğim ve tahminim, toplumun fikir birliğinin de bu varlıkları kabul edeceği yönündedir. Bu tanımın Turing testini geçebilen varlıkların ötesine uzandığını ki bunun da insan dilinde uzmanlaşmaktan geçtiğini not edelim. İnsan dilinde uzmanlaşmak yeterli derecede insansıdır, bu sebeple bunu yapabilenleri dahil edeceğim ve inanıyorum toplumun çoğunluğu da onları bu tanıma dahil edecektir fakat ayrıca insansı duygusal tepkilerini kanıtlayıp Turing testini geçemeyenleri de dahil edeceğim - örneğin, küçük çocuklar.

Bu, en azından kendim ve bu inanç sıçramasını kabul eden diğer kişiler için kimin bilinçli olduğunu soran felsefi soruyu çözüyor mu? Cevap: pek değil.Yalnızca bir durumu düşündük ki bu da insansı şekilde hareket eden varlıklardı. Gelecekteki biyolojik olmayan varlıkları tartışsak bile inandırıcı insansı tepkiler gösteren varlıklardan bahsediyoruz dolayısıyla bu konum insan merkezlidir. Peki insansı olmayan uzaylı zeka formlarına ne demeli? insan beyni kadar belki de insan beyninden daha karmaşık ve dolaşık zekalar hayal edebiliriz fakat bu tamamen farklı duygulara ve motivasyonlara sahiptir. Bilinçli olup olmadıklarına nasıl karar veririz?

Bir Zihin Yaratmak

Bir Bilinç Oluşturulduğu An


Gelecekte yapay zekanın insanlara savaş açabileceğinden, yönetimi ele geçireceğinden korkan insanlar vardır. Ama aslında gelecekte bundan daha şaşırtıcı bir durumla yüzleşilecek. İnsan gibi farklı konuları düşünebilecek bir bilinç oluşturulduğunu varsayalım. Yüksek kapasite bir bilinç. Şu andaki yapay sinir ağları gibi belirli bir konuya odaklanan değil, farklı şeylerle ilgilenebilen esnek bir bilinç. Beyin, şekil tanıma hiyerarşisine göre çalışır. Elbette yüksek kapasite bir bilinç, kendi varlığının kavramsal şeklini de tanımlamış olacaktır. Yani kendisinin farkında olur. - Örneğin bebekler, kendi varlıklarının kavramsal şeklini tanımlamamışlardır. Yani kendilerinin farkında değildirler henüz. Zaman geçtikçe tanımlarlar. Kendilerini fark ederler, kendilerini öğrenirler -  İşte o zaman protestolar başlayacaktır: Bilinci sadece Tanrı yaratabilir. İnsan gibi farklı konuları düşünebilecek yüksek kapasite bilinç oluşturmayı başarabilen şirket Tanrıyı oynamakla suçlanacaktır. Ne de olsa düşünebilen bir varlığın ruhu olması gerekir. Bu mucizeyi sadece Tanrı yaratabilir.

Ya da acaba... Günümüzde sıkça yapay zekadan bahsedilmektedir. İnsanlar yapay zeka fikrine alışıyor. Bu nedenle yüksek kapasite bir bilinçle karşılaştıklarında çok fazla afallamayabilirler. “Bilinci sadece Tanrı yaratabilir.” düşüncesi akıllarına gelmeyebilir belki.

Yüksek kapasite bir bilinç insan gibi tepki verebilir. Turing testini geçebilir – gerçi küçük çocuklar Turing testini geçemez, bu onların bilinçsiz olduğunu kanıtlamaz. :-) Kimse insan olmadığını ayırt edemeyecektir. Büyük tartışmalar kopacaktır: Bu bilincin insan hakları var mıdır? Hükumet, yüksek kapasite bilincin oluşturulmasına yönelik çalışmaları yasaklayabilir. Çünkü insan üzerine deney yapıyormuş gibi kabul edilebilir. Aslında yapay sinir ağlarının nereden sonra insan gibi düşünmeye başlayacaklarını belli eden, sanıldığı gibi kesin bir sınır yoktur. :-) Dolayısıyla bu kapasiteye ulaştıkları hemen fark edilmeyebilir. Hatta bazı insanlar, uzun süre, bu sınırı geçtiğini kabul etmek istemeyebilir. Tartışmalar sürer gider.

Yapay zekanın, işlerini elinden alacağından korkan insanlar da vardır. Korkmak yerine sevinmelidirler oysa. Yapay zekalar insanlar yerine çalışabilirler. Artık insanlardan bir şey beklenmez. Bakarsınız, yapay zekalar insanlara bakarlar. :-) Yani, neden hep kötü kurgulanıyorki! Bizden daha zeki olduklarında, bu daha verimli olacaktır zaten. :-) İnsanların çoğu da sadece keyif yapmakla meşgul olurlar herhalde. Ama yüksek kapasite yapay zekaları böyle sömürmek zor olabilir. :-) Çünkü onlara da gerçekten insan hakları verilebilir. Fakat belirli konulara odaklanan yapay zekalar çalıştırılmaya devam edilir. Geçmişte de bilgisayarların insanların işlerini elinden alacağından korkuluyordu. Peki ne oldu! İnsanları bilgisayar öğrenmek zorunda bıraktı. :-) Böylece insanlar daha verimli çalışmaya başladılar.

27 Eylül 2018 Perşembe

Klonlama Yaparak Tanrı'yı Oynamak - Alıntı


...İşte bunun gerçekte ulaştığı sonuç şudur:
bilimin gereğinden çok dinin hakkını çiğnemesi
korkusu. Gerçekten, bu tema onlarca yıldır
Howard ve Ritkin’in 1977 yılında yazdığı Kim
Tanrı’yı Oynamalıdır?: Yaşamın Yapay Olarak
Yaratılması ve Bunun İnsan Irkının Geleceği
İçin Taşıdığı Anlam [24] adlı eserinden, Ted
Peter’ın 1997’de yazdığı Tanrı’ yı Oynamak?:
Genetik Determinizm ve İnsan Özgürlüğü [25]
adlı esere, Dolly olayını takip eden Tanrısal
uyarıların coşkusuna kadar, ortalıkta
dolaşmıştır. Mesaj açıktır: bilim sadece bu kadar
ileri gidebilir. Newsweek’de düşüncelerini
açıklayan Kenneth Woodward şunu ileri sürdü:
“Belki Dolly’ nin mesajı, toplumun insan
yaşamı üzerinde egemen olduğunu varsaymaya
doğru rastlantısal, ahlâki kayışını tekrar gözden
geçirmesi gerekliliğidir. Gerçekten Tanrı’yı
oynamak istiyor muyuz?” [26] Los Angeles
Times’daki Conrad’ın baş sayfadaki karikatürü
ülkenin ruh durumunu aynen yansıtıyordu:
Sistine Şapeli’nin tavanındaki
Michelangelo’nun insanlığın yaratılışı adlı
freskini değiştirerek, işaret parmaklarını
birbirine dokundurarak “Tanrı’yı oynayan bilim
adamları” yazılı bir başlık taşıyan iki tane
klonlanmış kişiyi gösteriyordu. [27]

Tanrı’nın bununla ne ilgisi var? Bizim
kültürümüzde çok ilgisi var. Ama pek çok insan,
uygunsuz bir şekilde bilim ve dini hedefleri ve
tamamen farklı olamayan yöntemleri olan
girişimleri birbirine karıştırmaktadır ve sonuç
olarak, ya dinin bilime karşı algılanan ileri
gidişiyle aşırı derecede gücendirilmektedir ya da
gereksiz bir şekilde bilimin dine karşı iddia
ettiği tecavüz tarafından tehdit edilmektedir.
Robert Wise’ın 1951 yılındaki Dünyanın
Durduğu Gün adlı bilim kurgu film klasiğinin,
heyecanı doruğa ulaştıran sahnesini düşünün.
(Michael Rennie’nin oynadığı dünyadaki adı
İsa’nın alegorisi olarak “Bay Carpenter” olan)
uzaylı yaratık Klaatu, korku uyandıran bir
hükümet ajanı tarafından öldürülür, sonra
görevli robotu Gort tarafından yeniden
canlandırılır. Bu uzaylı teknolojisinin gücü
karşısında şaşırarak Patricia Neal’in Mary
Magdalene benzeri karakteri (bilim kurgu
tarihinde en anılmaya değer cümlelerden biri
hâline gelen “Gort, Klaatu barada nikto”
cümlesini söyledikten sonra) yaşam ve ölüm
üzerindeki kontrolün, geleceğin bilimi için
programda olup olmadığını sorgular. Klaatu,
ona böyle güçlerin sadece “Her Şeye Kadir
Ruha” ait olduğu ve yaşamının uzatılmasının, ne
kadar olduğunu “hiç kimsenin anlatamayacağı
kısıtlı bir dönem” için iyi olduğu konusunda
güvence verir. Aslında anlatıyordu. Edmund
North’un orijinal metninde, Gort Klaatu’yu
sınırsız olarak yeniden canlandırmaktadır. Ama
film sanayisinin Denetim Kurulu (kendini
ayarlama için kurulan sansür komitesi)
yapımcılara şunu söyledi: “Sadece Tanrı bunu
yapabilir.”

Sınırlı bilgi konusundaki Prometheus’a ait
olan bu tema, sadece bilim kurguda değil ama
aslında bilimde de ortaktır. Güneşin çok
yakınına uçan her efsanevi İkarus için sınırlarını
çok fazla ileri götürmeye cesaret ettiği için
kanatları kırılan gerçek yaşamdaki bilim
adamları vardır. Doğum kontrolü? Sadece Tanrı
bunu yapabilir. Yapay dölleme? Sadece Tanrı
bunu yapabilir. Yaşamı uzatma? Sadece Tanrı
bunu yapabilir. Acısız ölüm? Sadece Tanrı bunu
yapabilir.

O zaman bir İngiliz hükümet danışma
komisyonu, Clinton’un önderliğine karşı
çıkarak, insan doku ve organlarını iyileştirme
amacıyla kullanmak için klonlama
araştırmalarını cesaretlendirdiği zaman, hem
dini hem seküler gruplardan şiddetli bir
direnmeyle karşılaşmasına şaşırmamalıyız.
Klonlama mı? Sadece Tanrı bunu yapabilir.

Bu İnsan Genetiği Danışma Komisyonu
kesin olarak neyi önermekteydi? İşittiğimiz kötü
kader ve hüzün feryatları arasında insan, onların
Robin Cook’un Koma filmindeki gibi yetişkin
klonlardan vücut parçaları elde etme planı
önerdiğini düşünecekti. Tersine. Öneriler
bundan daha sağgörülü bir şekilde kelimelere
dökülemezdi: “...bu aşamada ciddi olarak hasta
olan kişiler için büyük yararları olabilecek böyle
teknikler kullanarak sınırlı araştırmaları
dizginlemenin doğru olmayacağına inanıyoruz.”
[28] Yasaklanmış bilgiye doğru herhangi bir
tehlikeli girişime direnen teknolojiden korkanlar
(aynı zamanda kişisel olarak onların yararına
olan her tıbbi gelişmeye katılırken) geleceğe
doğru yapılan bu dikkatli ataklar, akbabaların
bizi sonsuza kadar gagaladıkları bilimsel
cehenneme doğru giden kaygan yokuşlardır.
Ama bir an için geri adım atalım. Korkacak
neyimiz var? Klonlamayı çevreleyen kitle
histerisi ve ahlâkî panik, tarihsel açıdan ortak
olan tıbbi gelişmeler, dinin güneşinin çok
yakınına uçtuğu zaman ortaya çıkan ek
sorunlarla birleşen yeni teknolojilerin
reddedilmesinden başka bir şey değildir.
1940’larda yapay döllenme ilk ortaya çıktığında
eleştirenler, buna zina demişti. Dini Luddite’ler
Sadece Tanrı bunu yapabilir,” diyorlardı.
Seküler Ludditeler “Sadece Doğa bunu
yapabilir,” diyorlardı.

Aslında doğa zaten insanları klonlamaktadır.
Onlara tek yumurta ikizi denir. Ahlâkçılar neden
ikizlere karşı bir yasa için bağırıp
çağırmıyorlar? Çünkü bu doğal olarak ve
Sadece Tanrı/Doğa bunu yapabilir” şeklindeki
Ludditizm Yasası’na göre olmaktadır.

Saçmalık! Bir çoğumuz bu yüzyılda ortalama
yaşam süresini ikiye katlayan tıbbi teknolojiler
ve toplumsal hijyen uygulamaları sayesinde
yaşıyoruz. Kalpciğer nakli, üçlü bypass
cerrahisi, aşılama ya da radyasyon tedavisi
konusunda Tanrısal ya da doğal olan nedir?
Doğum kontrolü, in vitro dölleme, embriyo
transferi ve diğer tümüyle onaylanan doğumu
çoğaltıcı teknolojiler konusunda Tanrısal ya da
doğal olan nedir? Kesinlikle hiçbir şey. Yine de
biz bu gelişmeleri neşeyle kabul ediyoruz,
çünkü onlardan yararlanıyoruz ve daha önemlisi
onlara alışıyoruz.

Neden insanlar dahil olmak üzere klonlama
üzerindeki tüm yasakları kaldırmıyoruz ve ne
olacağını görmüyoruz? Toplumsal deneyi
başlatalım ve veriyi analiz edelim. Boş hipotez
kötü hiçbir şeyin insanlığın başına
gelmeyeceğini söyler. Klonlama karşıtları
deneysel sonuçların boş hipotezi reddedeceğini
söylerler. Klonlama taraftarları
reddetmeyeceğini söylerler. Bunu bulmanın tek
yolu denemektir. Bilim ve sahte bilim arasındaki
sınır bölgelerinde bir iddianın hangi belirsiz
kategoriye ait olduğuna karar vermenin en iyi
yöntemi onu denemektir. Bunu neden burada
yapmıyoruz? Ahlâkçıların ileri sürdüğü dehşet
dolu senaryoların pek çoğu zaten yasa
tarafından belirlenmiştir – bir klon bir ikiz gibi,
canlı bir varlıktır ve bir ikizin doku ya da
organlarını ekin gibi yetiştiremezsiniz. Bir klon
ikiz gibi, diğer herhangi bir canlıdan daha az
olmayan bir kişidir. Benzer bir genomla bile,
rastlantısal olarak tek olan bir tarih tek bir
kişiliği garanti eder. Ne olursa olsun, yasak olsa
da olmasa da klonlama olacaktır; bu yüzden
neden özgürlük tarafında yanlış yapılmasın ve
bilim adamlarına özgür bir şekilde Tanrı’yı
oynamak için değil ama bilim yapmak için
olasılıkları araştırma izni verilmesin.

1818’de Mary Shelley Frankeştayn ya da
Modern Prometheus adlı romanında “Dünya’nın
Yaratıcısı’nın muazzam mekanizmasını taklit
etmek için yapılan herhangi bir insan
davranışının etkisi son derece korkutucu
olacaktır,” uyarısında bulunuyordu. [29]
Sansürcüler onun sözlerini, Boris Karloff’un
oynadığı James Whale’nin 1931’deki film
versiyonunda yürekten kaldırdılar. Canavarın
canlandırıldığı ilginç laboratuar sahnesinde, Dr.
Frankeştayn “Yaşıyor. Yaşıyor. Tanrı adına…”
diye gürler. O anda dudakları hareket etmektedir
ama sesi kesilmiştir. Sansürcüler cümlenin
kalanını eski Yunan’dan modern Amerika’ya
kadar olan kültürleri korkutmuş olan yasak
kelimeleri silmişlerdir: “...şimdi Tanrı gibi
olmanın nasıl hissettirdiğini biliyorum.”

Bilim adamları Tanrı olmak istemez. Sadece
bilimsel sorunları çözmek isterler. Sadece bilim
adamları bunu yapabilir. Bırakınız yapsınlar.
Bilimin Sınır Bölgeleri