15 Kasım 2017 Çarşamba

Sahne: Başarma Mecburiyeti


Einstein, Görelilik Teorisini tamamlamaya çalışmaktadır. Beklemediği bir rakip edinmiştir. Hem de kendi alanından bile değil; Bir matematikçi.

Albert:
Bana yardım etmek isteminize gerçekten çok sevindim.
Hubert:
Yardım etmek mi? Eee... Eğlenceli olurdu. Ama o fazla uzun sürer.
Hayır, bunu kendi başıma çok daha çabuk çözerim.
Albert:
Kendi başınıza?
Hubert:
Profesör Einstein, fizik fizikçilere bırakılamayacak kadar karmaşıktır!

Max (Planck):
Albert keyfini kaçıran nedir?
Albert:
Önce O tamamlayacak.
Max:
Kendini şanslı saymalısın.
Dünyadaki en büyük matematikçilerden birinin bir fizikçinin davasıyla meşgul olmaya karar vermesi her gün olan bir şey değil.
Otur Albert. Lütfen...
Albert:
Görelelik, bugüne kadar aklıma gelen en büyük fikir.
Söyler misiniz; Onu kendi başıma tamamlamak istemem çok mu yanlış!
Max:
Albert gerçekten akademik övgü için halka açık bir sidik yarışı mı başlatacaksın!
Üstelik oğullarımız, benim oğullarım orada gerçek bir savaştayken.
Öyle mi, hımm?
Ayrıca Hubert üst düzey bir matematikçidir. Ona ayak uydurmaya çalışman ahmaklık olur.
Albert:
Max; Sahip olduğum tek şey bu!
Max:
Hayat işten ibaret değildir Albert.

Yeryüzünde vardır böyle insanlar. Bu duyguyu derinden yaşarlar. Hayatlarında tek tutundukları dal odur. Üzerine deli gibi konsantre oldukları konudur. Kafalarında hep o konu döner. Kafa o konuya kayar istemsiz sıklıkla, dinlenirken bile. Gerçekten yoktur başka bir şeyleri. Beklenti de yüksektir elbette, yoksa kafalarını takmazlardı o kadar. :-)

Diğer her şeyden vazgeçmiş gibidirler. Kafa hep aynı konuyla meşgul olduğundan başka şeylere yetişemezler. Dağınık olmalarının nedeni de budur. Albert Einstein İngilizce'yi hiç doğru düzgün öğrenememiştir, ABD'ye yerleştiği halde. Aslında başarabilmelerinin nedeni de budur zaten; Beynin tüm enerjisini tek bir konuya odaklayabilmeleridir. Ama geriye pek fazla bir şey de kalmıyor işte. Çaresizdirler. :-)

Daha önce paylaşılmıştı şu sahne:
Pauline (annesi):
Mileva, hayatım...
Albert'imin yardımına ihtiyaç duymadığı tek bir konu varsa,
o da bilimdir.
Ama hayatının geri kalanında çok çaresizdir! :-)

Bu öylesine bir sahne değildir. İletişim kurmak zor gelir mesela. Zaten asosyaldirler. John Nash, Isaac Newton, Nikola Tesla da böyledir. Meslektaşları arasında ünlenince, bu biraz daha kolay olur tabii. Diğer insanlar onlarla konuşmak isterler, çünkü. :-)

Albert'in başarıyor olması kızlara da çekici gelmiştir, elbette. Evlenmiştir bile. Ama gerçek şu ki; Ne çocuklarına ilgi göstermiştir, ne de karısına ilgi göstermiştir fazla. Çünkü hırs yapmıştır. Kafası tek bir problemle meşguldür! :-)

Çeşitli nedenleri olabilir. Baştan ters gitmiş şeyler olabilir. Belki, yanlış şeye odaklanılmıştır. Bu tür insanlar başaramadıklarında ne olur! Bir şeyler olacakmış gibi görünmediğinde artık, inanç kalmaz. Motivasyon söner. Sahip oldukları tek şey oydu çünkü. Yoktur başka şeyleri gerçekten. İçlerinden gelmez artık, uzun uzun odaklanmak. Dağılırlar. İlgilerini kaybeder, soğurlar. Normal insan gibi de olamazlar bunlar ama. Ellerini ayaklarını çekmiş gibi görünürler. Utangaçlaşırlar. İyice münzevileşirler.

Daha önce bir sahne paylaşılmıştı yine:
Araştırmaları bir yere varmadı. Fizikten uzaklaştı! Vazgeçmiş gibi görünmektedir. Belki, yenilmişlik duygusunun da etkisiyle daha da münzevi oldu. Isaac Newton'ın böyle hissettiğini söyleyebiliriz mesela; Yani başlangıçta.

Bu arada; O matematikçi başarmıştır. Görelelik Teorisini gerçekten de Albert Einstein'den önce tamamlamıştır. Ama koca teoride küçük bir ek olduğundan olsa gerek, Albert kaybetmiş gibi hissetmemiştir muhtemelen. :-) Görelilik Teorisi Albert Einstein'le anılmıştır hep.

Yeniden ulaşılabilir görünebilirse önemli bir hedef, motivasyonu da alevlendirir tekrar...

“Ya bu canavarı ehlileştirmiş olacağım.
...
Ya da altında kalmış olacağım.”

Meraklısına:
Yapımcılığını Ron Howard'ın üstlendiği biyografide, Johnny Flynn'nin oyunculuk, Murat Şen'in seslendirme performansını izliyoruz.

3 Kasım 2017 Cuma

Alıntı: Endüstri Toplumu Kötüdür

Endüstri toplumu doğayı suistimal etti. Gitti fethetti. Sömürdü, Soykırım yaptı. Şimdi emisyon gazlarıyla havayı kirletmeye devam ediyor. Küresel ısınmaya neden oluyor. Ağaçları kesiyor. Ormanları yok ediyor. Hayvanların soylarının tükenmesine neden oluyor. Dünya'yı tüketiyor. Kendi varlığının altını oyuyor. Oysa endüstri öncesi toplumları ne kadar saf ve masum. Zararsızlar. Onlar bulundukları çevreye bağımlı olduklarından ona saygı duyarlar. Etkin çevre koruyucularıdır... Tamam. endüstri halklarının Dünya'ya kibar davranmadığı doğru. Peki hikayenin geri kalanı ne durumda?

“Paskalya Adası ve onun yerleşimcileri, Hollandalı kaşif
Jakob Roggeveen tarafından 1722'de "keşfedildiğinden" beri
ada gizemli bir atmosfere bürünmüştü. Pasifik Okyanusu'nda,
Şili'nin 3700 km batısında bulunan ada, dünyanın en yalıtılmış
kara parçası olarak Henderson'u bile geçmektedir. 11
m uzunluğunda ve elli beş ton ağırlığındaki yüzlerce heykel,
metal ve tekerlek olmaksızın ve kendi kaslarından başka bir
güç kaynağı olmayan insanlar tarafından, yontma taşlardan
yontulmuştu, bir şekilde kilometrelerce uzaklığa taşınmıştı
ve platformlar üzerine dik duracak vaziyette konmuştu. Hatta
daha çok heykel taş ocaklarında bitmemiş vaziyette kalmıştı
ya da bitmiş fakat taş ocağıyla platformlar arasında terk
edilmiş halde bırakılmıştı. Bugünkü manzaraya bakıldığında,
yontmacılar ve taşıyıcılar, arkalarında sessiz ve uğursuz bir
yer bırakarak sanki aniden işi bırakmış gibi görünmektedir.
Roggeveen adaya vardığında, yeni heykeller yontulmasa
da pek çok heykel hala duruyordu. Tüm dik duran heykeller,
1840'da, Paskalya Adası sakinleri tarafından bilinçli olarak
yıkıldı. Bu dev heykeller nasıl taşındı ve dikildi, sonra neden
yıkıldılar ve yontma işlemi neden sonlandırıldı?
Bu soruların ilki, yaşayan ada sakinleri, Thor Heyerdahl'a
heykelleri taşımak için atalarının kütükleri tekerlek olarak nasıl
kullandığını ve onları dikmek içinse kaldıraçları nasıl kullandığını
gösterdiğinde cevaplandı. Diğer sorular, Paskalya'nın
ürkütücü tarihini açığa çıkaran sonraki arkeolojik ve paleontolojik
çalışmalarla çözümlendi. Polinezyalılar MS 400 civarında
Paskalya'ya yerleştiğinde, ada, yerleşimcilerin ekim alanları
açmak ve kano yapmak ya da heykelleri dikmekte kullanacağı
kütükleri elde etmek için yavaş yavaş ortadan kaldıracakları
ormanlarla kaplıydı. MS 1 500'e gelindiğinde insan popülasyonu
yaklaşık 7000 kişiye ulaşmıştı (kilometrekare başına 60
kişi), bin heykel yontulmuştu ve bunlardan 324 tanesi dikilmişti.
Fakat orman öyle şiddetli biçimde tahrip edilmişti ki
yaşayan tek bir ağaç bile kalmamıştı.
Kendi kendine yapılan bu çevresel felaketin dolaysız sonucu
olarak, adalıların, heykelleri taşımak ve onları dikmek
için artık kütükleri yoktu ve bu nedenle yontma işlemi durmuştu.
Fakat ağaçlardan arındırma işleminin açlığa yol açan
iki dolaylı sonucu daha vardı. Bunlar, daha düşük ekin verimine
neden olan toprak erozyonu ve balıklardan gelen proteinin
azalmasına yol açan, kano yapacak kereste yokluğuydu. Sonuç
olarak, popülasyon artık Paskalya'nın besleyebileceğinden çok
daha fazlaydı ve ada toplumu, öldürücü savaşlar ve yamyamlık
felaketiyle çöktü.”
* Endüstri öncesi toplum Paskalya Adasını tüketmiştir. Kendisini bitirmiştir.

“Ortadoğu ve Akdeniz daima
bugün göründüğü gibi tahrip olmuş bir çevreye sahip değildi.
Eski çağlarda bu bölgenin büyük bir kısmı yemyeşildi ve
ağaçlı tepeler ve verimli vadilerin bir mozaiğinden oluşmaktaydı.
Binlerce yıl süren orman tahribatı, aşın otlatma, erozyon
ve vadilerin siltlenmesi, bu Batı uygarlığının kalbini, bugün
hakim olan görece çölleşmiş, çorak ve verimsiz bir bölgeye
çevirmiştir.“
* Ortadoğu da eskiden yeşillikti. Endüstri öncesi topluluk orayı da birkaç bin yılda tüketti.

“Bu "tesadüfün" daha mantıklı bir açıklaması bunun gerçekten
de bir neden-sonuç durumu olduğudur. Arizona
Üniversitesi'nden jeolog Paul Martin, avcı-fil karşılamasının
dramatik sonucunu bir "ani baskın" olarak tanımlamaktadır.
Bu görüşe göre, ilk avcılar Edmonton'da, buzulların olmadığı
koridordan çıkmayı başarmış ve bol miktarda uysal ve avlaması
kolay büyük memeliler nedeniyle çoğalmıştı. Bir bölgedeki
memeliler öldürüldükçe, avcılar ve onların çocukları, hâlâ
bol miktarda memeli barındıran yeni bölgelere yayılmayı ve
önlerine çıkan memelileri yok etmeyi sürdürdüler. Bu avcıların
öncüleri, sonunda Güney Amerika'nın uç bölgelerine ulaştığında,
Yeni Dünya'nın çoğu büyük memeli türlerinin nesli tükenmişti.”
* Amerikan yerlileri de o kadar yerli görünmüyor. Hatta onlar ilk fetihçilerden. :-) Yayılış biçimi de endüstri toplumlarının modeline benziyor zaten. Sadece bunu 11 000 yıl önce yaptılar. Ve karşılarına insan çıkmadı, uysal hayvanlar çıktı, kolayca avlayabilecekleri. :-)

Ve endüstri öncesi halkların olağan çatışmaları:
“Kariniga Yeni Gine'de benimle birlikte çalışan nazik bir
kabile üyesiydi. Birlikte, hayatımızı tehdit eden, korkunç ve
başarılı durumlan yaşamıştık, onu seviyor ve ona hayranlık
duyuyordum. Birbirimizi tanıyalı beş yıl olmuşken, bir akşam,
bana gençliğinde başına gelen bir olayı anlattı. Tudawheler ve
komşu köy olan Daribi kabile üyeleri arasındaki çatışmanın
uzun bir tarihi vardı. Tudawheler ve Daribiler bana oldukça
benziyorlardı, ama Kariniga Daribilerin anlatılmayacak kadar
alçak olduğuna inanıyordu. Daribiler sonunda bir seri tuzakla,
Kariniga'nın babası da dahil olmak üzere, pek çok Tudawhe'yi,
kurtulan Tudawheler çaresiz kalana dek, birer birer yakalamıştı.
Kalan tüm Tudawhe erkekleri, Daribi köyünü geceleyin
kuşatmışlar ve şafakta barınaklarını ateşe vermişlerdi. Uykulu
haldeki Daribiler yanan barınaklarından çıkmaya çalıştıklarında
mızraklanmışlardı. Bazı Daribiler kaçmış ve Tudawhelerin
onların izini sürüp birçoğunu sonraki haftalarda öldürdüğü
ormana saklanmayı başarmıştı. Avustralya hükümetinin kontrolü
ele geçirmesi, bu avı, Kariniga babasının katilini bulmadan
önce sonlandırmıştı.”

“Dünyanın nüfus artışı, toplumlar arasındaki
ve içindeki çatışmaları keskinleştirdikçe, insanlar birbirlerini
öldürmeye daha çok istek duyacak ve yanlarında bunu yapmak
için daha etkili silahlar olacaktır.”
* Dünya'yı tüketen önemli etkenlerden biri nüfus artışıdır. Nüfus artışı avlanmayı, orman tahribatını arttıracaktır. Sınırlı kaynaklar daha hızlı tükenir. Günümüzde en çok nüfus artışı Liberya, Nijer, Batı Sahra gibi Afrika ülkelerindedir.

İnsanlar böyle! Bitmedi. Diğer canlılarda durum ne:

“Şempanzeler planlı cinayetler yapmakta, komşu grupları yok etmekte, bölgesel
fetihler için savaşmakta ve gelişmiş genç dişileri kaçırmaktadırlar.
Eğer şempanzelere mızrak verilseydi ve bunun nasıl
kullanılacağı onlara öğretilseydi, işledikleri cinayetler etkinlik
bakımından bizimkine kuşkusuz yaklaşırdı.“
* Şempanzeler fetih yapıyorlar. Bölgelerini belirliyorlar. Diğer şempanzelere yabancı düşmanlığı yapıyorlar.

Hadi şempanzeler insana benziyor. Ya daha masum canlılar:
“Buna karşın, bazı hayvan popülasyonları, yok olacak biçimde
gerçekten de kendilerini tüketmiştir. Buna bir örnek, 1944'te,
Bering Denizi'ndeki St. Matthew Adası'na götürülen yirmi dokuz
rengeyiği soyudur. 1957'de sayılan neredeyse elli kat artarak
1350 olmuşken, 1963'te bu sayı dört kat daha artıp 6000'e ulaşmıştı.
Fakat rengeyikleri yavaş büyüyen likenlerle beslenirler ve
hayvanların göçecek başka yeri olmadığından bu likenler, otlanma
nedeniyle St. Matthew Adası'nda yeniden yetişme şansı
bulamaz. 1963-1964'te yaşanan sert bir kış adayı vurduğunda,
kırk bir dişi ve bir kısır erkek dışındaki tüm hayvanlar, binlerce
iskeletle darmadağın olmuş bir adada, ölmeye mahkum bir
popülasyon bırakarak açlıktan öldü. Benzer bir örnek bu yüzyılın
ilk on yılında, Hawaii'nin batısındaki Lisianski Adası'na
tavşanların getirilmesiyle yaşandı. On yıl içinde, tavşanlar gündüz
sefası ve tütün dışındaki tüm bitkileri tüketerek farkında
olmadan kendilerini bitirmişlerdi.”
* Nüfusları hızla artıyor. Onlar bile canlıların tükenmesine neden oluyorlar, fırsatları olduğunda. Kendi varlıklarının altını oyuyorlar. Elbette bunu bilinçli olarak yapmıyorlar tıpkı insanlar gibi. :-)

Jared Diamond bunları anlattığı konuya aslında şöyle girer:
“Yakın zamana kadar çevreci arkadaşlarımın çoğuyla paylaştığım
nostaljik bakış, insanın geçmişi pek çok başka bakımdan
Altın Çağ olarak görme eğiliminin bir parçasıdır. Bunun
meşhur bir taraftarı, insanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
adlı eseriyle, Altın Çağ'dan etrafında tanık olduğu mutsuzluğa
dek gerçekleşen çürümenin izlerini sürdüğü on sekizinci yüzyıl
Fransız filozofu Jean-Jacques Rousseau'ydu. On sekizinci
yüzyılın Avrupa kaşifleri Polinezyalılar ve Amerikan yerlileri
gibi endüstri öncesi toplumlarla karşılaştığında, bu toplumların
insanları Avrupa salonlarında, hala süren bir Altın Çağı
yaşayan, uygarlığın dinsel hoşgörüsüzlük, siyasi zorbalık ve
sosyal eşitsizlik gibi lanetlerinin ulaşmadığı "asil yabanıllar"
olarak idealleştirildiler.
Klasik Yunan ve Roma zamanı bugün bile yaygın olarak
Batı uygarlığının Altın Çağı olarak görülmektedir. ironik biçimde,
Yunanlılar ve Romalılar da kendilerini geçmişteki Altın
Çağ'ın bozuntuları olarak görüyorlardı. Roma şairi olan
Ovid'in onuncu sınıftaki Latince dersinden hatırladığım şu
satırları yarım yamalak ezberimdedir: "Aurea prima sata est
aetas, quae vindice nullo - Önce, insanların kendi özgür istek-
leriyle dürüst ve erdemli olduğu -Altın Çağ vardı." Ovid, kendi
zamanındaki yaygın vahşet ve savaşla bu erdemlere karşıt bir
durumdaydı. Yirmi ikinci yüzyılın radyoaktif çorbası içinde
hala yaşayabilen insanların, bir karşılaştırma yapıldığında
sorunsuz olarak görülecek bizim çağımız için de aynı nostaljik
biçimle yazacağına şüphem yok.”
* Aslında hiç yaşanmamış "nostaljik Altın Çağ". :-)

“BUNLAR, ÇEVRECi BAKIŞIN, varsayılan geçmiş Altın Çağ'ını gittikçe
mitsel hale getiren yakın zamandaki bazı keşiflerdir. Şimdi
başta belirttiğim büyük sorunlara geri dönelim. İlk olarak,
geçmişte yaşanan çevresel zararlara ilişkin keşifler pek çok
çağdaş endüstri öncesi halkların korumacı uygulamalarına
ilişkin açıklamalarla nasıl bağdaştırılabilir? Açık ki, bütün
türlerin soyu tükenmedi ve bütün habitatlar tamamen imha
edilmedi, dolayısıyla Altın Çağ tamamen karanlık olamaz.
Bu çelişkiye karşılık şu cevabı önereceğim: Küçük, köklü ve
eşitlikçi toplumlar, yerel çevreleri hakkında bilgi edinmek ve
kendi çıkarlarını algılamak için oldukça fazla zamana sahip
oldukları için korumacı nitelikte uygulamalar geliştirme yönünde
evrimleştikleri hâlâ bir gerçektir. Oysa insanlar tanımadıkları
bir çevreye aniden yerleştiklerinde (Paskalya Adasındakiler
ve ilk Maoriler gibi) ya da arkalarındaki bölgeye zarar
veren insanlar yeni sınırlara ilerleyip (ilk yerlilerin Amerika'ya
ulaşması gibi) bu sınırların ötesine geçtiğinde veya insanlar
yıkıcı gücünü anlamak için yeterli zamana sahip olmadıkları
yeni teknolojileri elde ettiklerinde (şimdi tüfekleriyle güvercin
popülasyonlarını yok eden çağdaş Yeni Gineliler gibi) zarar
verme ihtimali daha fazladır. Çevresiyle temasta olmayan ve
zenginliği ellerinde tutan merkezi güçler tarafından yönetilen
toplumlarda da çevre zararının görülme ihtimali vardır. Bazı
türler ve habitatlar zarar görmeye diğerlerinden daha elverişlidir
- hiç insan görmemiş, uçamayan kuşlar gibi (moalar ve fil
kuşlan) ya da Akdeniz ve Anasazi uygarlıklarının ortaya çıktığı
kuru, kırılgan ve toleranssız çevreler gibi.“
* Jared Diamond gerçekten var olmuş bir halktan mı bahsediyor. Yoksa tahminde mi bulunuyor. Tam belli değil. Diğer bahsettiği her konu için örnek halklar gösterirken, burada tanımladığı halk için bir örnek vermiyor. Doğru, geçmişte tüm türler tükenmedi, habitatlar yok olmadı. Ama bugünkü endüstriyel yaşamda da tüm türler tükenmedi, tüm habitatlar yok olmadı. Bunlar, endüstri toplumunun Dünya'ya her zaman özenli davrandığını göstermez. Aynı şekilde, geçmişte doğanın varlığını sürdürmüş olmasında, tanımladığı türden bir toplumun varlığının asıl etken olduğunu kanıtlamak da mümkün görünmüyor. :-) Tabii öyle bir toplum gerçekten var olduysa bile, nitekim böyle bir topluma örnek vermiyor.

“Baştan önleyebileceğimiz trajik başarısızlıklar ahlaki günah
olarak nitelenebilir. Bu bakımdan bizler ile on birinci
yüzyıl Anasazi yerlileri arasında iki büyük fark vardır: Bunlar
bilimsel anlayış ve okuryazarlıktır. Bizler, kaynakların kullanım
oranının bir fonksiyonu olarak sürdürülebilir kaynaklar
üzerindeki popülasyon büyüklüğünü grafik üzerinde çizmeyi
biliyoruz, ama onlar bilmiyorlardı. Geçmişte yaşanmış olan
tüm çevresel felaketler hakkında açıp okuyabiliyoruz; Anasazi
bunu yapamıyordu. Yine de neslimiz, sanki hiç kimse moaları
avlamamış ya da batı sarıçamı ve ardıç ormanıarını yok etmemiş
gibi, balinaları avlamaya ve tropik yağmur ormanlarını
yok etmeye devam ediyor. Geçmiş cehaletin Altın Çağı'ysa, bugün,
kasıtlı bir körlüğün Demir Çağı'dır.”
* Jared Diamond “Kendisinin altını oyan eski medeniyetlerin aksine bizim bilgimiz var. Dolayısıyla mazeretimiz olamaz.” der. Açıkçası ben çoğunluğun bilgisi olduğundan o kadar emin değilim. İnsanların çoğu gündelik hayatlarıyla meşguldür. Bu tür konulara odaklanmazlar. Bilgi hâlâ yaygın değildir. Yani doğadan kaynaklı bir felaket olsa bile çoğunluğun başka nedenlere bağlayacak olmasının sebebi de budur. :-) Bilgili olanlarımız da, gündelik hayatlarıyla uğraştıklarından çoğunlukla bu konuyla ilgili bir şey yapmaya isteksiz olurlar. Akılda olan ama zaman ayrılmadığından sürekli ertelenen başka planlar gibi, önem listesinde üst sıralara çıkamaz.
* Dünya tükenmeden hemen önce teknoloji yeterince gelişebilir. Başka bir gezegene taşınabilir, bir azınlık. Onlar yeni dünyalarına alışmaya çalışırken Dünya'nın bitişini seyredebilirler. Diğer senaryo ise, o güne kadar nükleer santraller yaygınlaşabilir. Füzyon nükleer santralleri gerçekleştirilebilir. Güneş panelleri, verimi %15'in epey üstüne çıkabilirse kullanışlı olur. Elektrik daha ucuzlar. Elektrikli arabalar yaygınlaşabilir. Havadaki emisyon gazlarını daha hızlı emen bitkiler geliştirilebilir, genleri değiştirilerek. Havadaki karbondioksidi emen büyük vantilatörler geliştirildi. Ağaçlardan daha hızlı emiyorlar. Sentetik karbon bazlı tanelere dönüştürüyorlar. Prototipi hazır. Bunlar, araba yakıtı olarak kullanılabilir tekrar. Bakarsınız kimsenin arabasından vazgeçmesine gerek kalmaz. :-) Afrikalılar bile nüfusu arttırmamaları konusunda belki ikna edilebilir. :-) Kaçınılmaz son engellenebilir. :-)

Bazı topluluklar tarımlarını geliştirebildiler. Bunun nedeni diğerlerine göre daha elverişli bir ortamda yaşadıklarından olabilir. Böylece av peşinde çok zaman harcamalarına gerek kalmadı. Yerleşik hayata geçtiler. Boş zamanları oldu. Başka şeylerle ilgilenebildiler. Kültür yaratabildiler. Bilgi biriktirebildiler. Teknoloji geliştirebildiler. Böylece tarım geliştiremeyen halkları fethedebildiler. Doğayı kullanabildiler. Ama yok kimsenin birbirinden farkı. :-) Daha fazla bilgi biriktirebilmiş medeniyetler amaçlarına ustaca ulaşıyorlar. Endüstri öncesi topluluklar ise aynı davranış modelinin daha basitini uyguluyorlar sadece, alıntılarda görüldüğü gibi. :-)


İlham verici alıntılar: Üçüncü Şempanze