Amazon Alexa, Apple Siri, Microsoft Cortana gibi yapay zekâ asistanları için de aynı şeyler söylenebilir. Bu makinelere insanlara sorduğumuz türden basit sorular sorduğumuzda, karşınızda bir insan olduğunu düşündürecek bir sesle yanıt verirler. (2018’de Google yapay zekâ asistanı Duplex’in bir kuaförü arayarak randevu alışını gösteren bir kayıt yayınlamıştı; resepsiyondaki kişinin ses tonu gerçekçi bir şekilde bir insana benzeyen, aralarda “mmm”, “hmmm” gibi sesler çıkaran bir makineyle konuştuğundan haberi yoktu.) Ancak bu sistemler ne kadar etkileyici olsa da, ne kadar insanı andırsa da insana benzer bir zekâya sahip değildir. İç işleyişleri insana benzemez. Bilinçleri yoktur. Düşünmez, hissetmez, insanlar gibi fikir yürütmezler.
O halde, bu makineleri herhangi bir
anlamda “zeki” olarak tanımlamak doğru olur mu? Pek doğru
görünmüyor. Çoğunlukla başka türlü ifade edemediğimiz için
bu ya da benzeri ifadeleri kullanırız. Ancak insanlardan söz
ederken kullandığımız bu ifadeleri makineler için de kullanmak
doğru gelmez. Felsefeciler bu durumu “kategori hatası”, yani
bir kategoriye yönelik bir sözcüğün başka bir kategori için de
kullanılması olarak niteler: Bir havucun cep telefonuyla
konuştuğunu, sinirlendiğini düşünemeyeceğimiz gibi, bir
makinenin “zeki” ya da “akıllı” olduğunu da düşünemeyiz.
O halde bu makineleri nasıl tanımlayabiliriz? Yapay zekâ alanı
ortaya çıkmaya başladığı ve henüz bir ad verilmediği dönemde,
bu araştırmalara “işlemsel rasyonalite” adının verilmesinin
uygun olacağı düşünülmüştü. “Yapay zekâ” kadar heyecan
verici ve kışkırtıcı olmasa da muhtemelen daha uygun bir terim.
Çünkü bu makinelerin yaptığı şey tam da bu: İşlem güçlerini
kullanarak devasa olası eylemler denizini tarıyor ve en rasyonel
olanını seçiyorlar.
...
Yapay zekâ alanındaki mevcut pragmatist devrim birçok bakımdan son 150 yılda gerçekleşen ve farklı bir makinenin; yani insanın entelektüel becerilerine dair düşüncelerimizi şekillendiren bir başka devrimi andırıyor.
İnsanlar, zekâları sayesinde şu
ana dek var olan en becerikli makinelerdir.
...
Yapay zekâ alanındaki
pragmatist devrim de insan yapımı makinelerin becerilerinin kaynağı
konusundaki fikirlerimizi değiştirmemizi gerektiriyor. Günümüzün
en becerikli sistemleri zeki insanlar tarafından tepeden aşağıya
bir anlayışla tasarlanan makineler değildir. Tıpkı Darwin’in
bundan bir asır önce keşfettiği gibi, kayda değer beceriler
zaman içinde, bilinçsiz, düşünce ürünü olmayan, insan
zekâsıyla bir alakası bulunmayan aşağıdan yukarıya süreçlerle
ortaya çıkabilir.
...
1979’da kendisine “herkesi yenebilen” bir satranç programı yapılıp yapılmayacağını sormuş ve net bir dille yanıtlamıştı: “Hayır. Herkesi yenebilen programlar olabilir, ancak bu programlar satranç programı değil, genel zekâ programları olacaktır ve insanlar kadar değişken tabiatlı olacaklardır. ‘Satranç oynamak ister misin?’ ‘Hayır, satrançtan sıkıldım. Şiirden konuşalım.’ Satrançta herkesi yenebilen bir programla böyle bir diyalog gerçekleştirebilirsiniz.” Bir başka ifadeyle, Hofstadter başarıyla satranç oynayabilen bir programın insan zekâsına sahip olacağını düşünüyordu. Neden mi? Bir püristti de ondan. “Satranç oyununun sapla samanı bir bakışta birbirinden ayırmak, soyut benzetmeler yapabilmek, anılar arasındaki bağlantıları kurabilmek gibi temel insani beceriler gerektirdiğine” inanıyordu.
Ancak, görmüş olduğumuz gibi, Deep Blue bunun yanlış olduğunu kanıtladı: Etkileyici bir şekilde satranç oynamak için sihirli insani becerilere, sapla samanı birbirinden ayırabilmeye gerek yoktu. Ancak Hofstadter hatasını kabullenmek yerine “boşluklar zekâsı” bahanesine saklandı. Deep Blue’nun Kasparov karşısında ilk galibiyetini elde etmesinin ardından, bu makinelerin “zekâ gerektirdiğini sandığımız belirli entelektüel faaliyetlerde insanları yenebildiğini” yazdı. “Satrancın düşünce becerisi gerektirdiğini sanıyordum. Şimdi gerektirmediğini anlıyorum. Kasparov’un derin düşünebilen biri olmadığını söylemiyorum. Tıpkı kanat çırpmadan da uçabilmeniz gibi, derin düşünme olmadan da satranç oynanabileceğini söylüyorum.” Hofstadter fikrini değiştirmiş, satranç oynamak için gereken becerilerin insan zekâsının “ayrılmaz parçası” olduğu görüşünü inkâr etmişti.
Ya da insan, satranç oynayan makineye karşı hikâyesinin insan kahramanı Kasparov’a bakalım. Deep Blue ile oynadığı oyunları anlattığı Deep Thinking kitabında insanların düştüğü tuzaktan söz eder: “Bilgisayarın dünya satranç şampiyonunu yenmek gibi zekice bir şey yaptığını gördüğümüz an, bunun ‘aslında zekâ gerektirmediğini’ düşünmeye başlarız.” Ancak kendisinin de yaptığı tam da buydu. Deep Blue’yla karşılaşmasından yedi yıl önce, iddialı bir şekilde bir makinenin kendisini asla yenemeyeceğini, çünkü insan olmadığını söylemişti. “Bir bilgisayar dünya şampiyonunu yenebiliyorsa, dünyanın en iyi kitaplarını da okuyabiliyor, en iyi oyunlarını yazabiliyor, tarih, edebiyat ve insanlara dair her şeyi biliyor olmalı. Böyle bir şey mümkün değil.” O dönemde Kasparov’a göre satrançta kazanmak, bizi biz yapan her şeyden ayrılamaz bir beceriydi. Buna rağmen, karşılaşmanın ardından “Deep Blue ancak programlanabilen bir alarmlı saat kadar zeki” demişti. Tıpkı Hofstadter gibi, o da fikrini değiştirmiş, satrançta kazanmanın insan zekâsının göstergesi olmadığına karar vermişti.
Gol yememek için kalenin yerini değiştirme alışkanlığı bir işe yaramaz, çünkü eleştirmenlerin makinelerin şu an için sahip olmadığı becerileri hafife almasına yol açar. Bu küçümseyici havanın kendi başına bile hatalı olduğunu düşünmek mümkün. İnsan zekâsını benzersiz kılan şey nedir? İnsan zekâsını neden yüceltiyor, neden makinelerin dikkat çekici beceriler edinmesini sağlayacak diğer yaklaşımlardan üstün tutuyoruz? İnsan zihninin gücü ve gizemi elbette hayranlık uyandıracak. Belki uzun bir süre daha kafamızın içinde olup bitenleri anlayamayacağız. Ancak, makinelerin bize benzemese, bizi taklit etmese bile insanları alt edecek şekilde tasarlanması da hayranlık uyandırıcı, şaşırtıcı ve heyecan verici değil mi? Kasparov Deep Blue’yu pahalı bir alarmlı saat diyerek küçümseyebilir, ancak bu alarmlı saat kendisini satranç tahtasına gömmedi mi? Bizim mucizevi anatomimizi ve fizyolojimizi paylaşmasalar bile, bu sistemin içsel işleyişinin de bizi beynin işleyişi kadar heyecanlandırması gerekmez mi?
Sonuçta, Darwin’in insan makinesinin becerilerinin insan zekâsını andıran bir şeyden kaynaklanmadığını fark ettiğinde hissettiği şey de buydu. Yaratıcısız doğal seçilim teorisiyle dünyadaki son gizemi ve sihri ortadan kaldırmaya çalışan acımasız biri değildi. Tam aksine. Türlerin Kökeni’nin son cümlesini ele alalım: “Yaratanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçime üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve bu gezegen çekimin değişmez yasasına göre dönüp dururken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır.”
Bunlar bir metafizik düşmanının
yazacağı şeyler değildir. Darwin’in yaratıcısız yaşam
görüşünün kendi içinde bir “yüceliği” vardır ve bu his,
adeta dinsel bir saygıyla dile getirilir. Günün birinde biz de
insan olmayan makineler için aynı şeyi hissedebiliriz.
...
Uzmanlar bu noktaya ulaşmamızın ne
kadar sürebileceği konusunda görüş ayrılığına düştü.
Kimileri yapay genel zekâya on yıllar, kimileri ise yüz yıllar
olduğunu söylüyor. Yakın zamanda yapılan bir anket 2047 gibi net
bir tarih ortaya koyuyor. Günümüzde bu “genel” becerilere
doğru atılmış küçük adımlara tanık oluyoruz; her ne kadar
ilk ve ilkel örnekler olsa da... Örneğin DeepMind’in inovasyon
portföyünde 49 farklı Atari oyununda insanlarla rekabet edebilen
bir makine bulunuyor. Makineye verilen tek veri, bilgisayar
ekranındaki piksellerin kalıbı ve oyunda kazandığı puanlar.
Buna rağmen, makine farklı oyunları, genellikle en başarılı
insan oyunculara rakip olacak düzeyde oynamayı öğrendi. Yapay
genel zekâ meraklılarının peşinde olduğu genel beceri tam da bu
tür bir şey.
...
İktisatçılar, bilgisayarın bir görevi yerine getirebilmesi için insanlar tarafından anlaşılır şekilde ifade edilebilen komutları yerine getirmesi gerektiğini düşünüyordu; makinelerin becerisi, insan zekâsı sayesinde, yukarıdan aşağıya bir anlayışla oluşturulabilirdi. Bu bakış açısı ilk yapay zekâ dalgasında doğru olabilirdi. Ancak, görmüş olduğumuz gibi, şu an böyle bir durum söz konusu değil. Makineler artık görevleri yerine nasıl getireceğini kendi kendine öğreniyor, aşağıdan yukarıya bir yaklaşımla kendi kurallarını geliştirebiliyor. İnsanların bir arabanın nasıl kullanılacağını ya da bir masayı nasıl tanıyacağını kolayca anlatamaması önemli değil; makineler artık insanların açıklamalarına ihtiyaç duymuyor. Bu da bir zamanlar başaramayacakları düşünülen, “rutin olmayan” pek çok işi üstlenebilecekleri anlamına geliyor.
Alıntılar: Çalışılmayan Bir Dünya
Bunlar da İlginizi Çekebilir:
Yapay Zeka İnsanları İşsiz Bırakacak mı – Teknoloji
Aklı Vücutta Olan Beyin - Zihin Felsefesi
Özgür İrade
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder