“Kris?” Rheya fısıldıyordu.
Görmeyen gözlerle pencerenin yanında
dikilirken karanlığın çöktüğünü algılamamıştım. Yitik
güneşin aydınlığında ipince, yüksek bir bulut tavanı donuk
bakır renginde parlıyor, yıldızları bulandırıyordu. Deneyden
sonra Rheya yok olursa, onun yok olmasını istediğim anlamına
gelecekti bu - onu ben öldürmüş olacaktım. Yo, Sartorius'a
gitmeyecektim. Onlara yardım etmeye zorlayamazIardı beni. Ama
doğruyu da söyleyemezdim, renk vermemek, yalan söylemek
zorundaydım. Ve böyle gidecekti bu... Çünkü kafamın içinde hiç
bilmedigim düşünceler, farkında olmadığım niyetler, acımasız
özlemler olabilirdi, çünkü farkında olmaksızın bir katildim
ben. İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için
yola düşmüştü ama, karanlık geçitlerde gizli bölmelerden
oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği
kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.
Sahte bir utanç yüzünden mi terk edecektim Rheya'yı oracıkta,
yoksa korkağın biri olduğum için mi?
“Kris,” dedi Rheya, bu kez daha
usulca.
Şimdi bana iyice sokulmuştu.
Duymazlıktan geldim. Kendimi yalıtmak istiyordum o anda. Hiçbir
şeyi çözebilmiş değildim, hiçbir karar verememiştim.
Kımıldamadan duruyor, karanlık göğe, donuk yıldızlara
bakıyordum, Yer'in üstünde parıldayan yıldızların o solgun
hayaletlerine. Kafam bomboştu. Dönüşü olmayan bir noktayı
geride bırakmış olmanın acımasız, korkunç kesinliği vardı
yalnız içimde. Asla ulaşamayacağım bir şeye doğru yol aldığımı
kabullenmek istemiyordum. Doyumsuzluk, kendimden tiksinme gücünü
bile alıp götürmüştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder